26 Kasım 2008 Çarşamba

İkinci Meşrutiyet; yüz yıl öncesinin unutulan miladı/ Ahmet Kuyaş




Bu topraklar bundan tam yüz yıl önce büyük milatlarından birini yaşadı; İkinci Meşrutiyet’i. İkinci Meşrutiyet’in önemi neydi? Neden unuttuk? Atatürk devrimleriyle, laiklikle, ulusal egemenlikle nasıl bir ilişkisi vardı? Devrimler bir travmaya neden olmuş muydu?






Ahmet Kuyaş
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Osmanlı modernleşmesinin gelip dayandığı uç noktalardan biriydi İkinci Meşrutiyet. Her yerden yükselen muhalefetin ve reform taleplerinin baskısına dayanamayan İkinci Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’e dönüldüğünü ve seçimlerin gerçekleştirileceğini ilan etti. Kısa süre içinde anayasada değişiklik yapılarak padişahın yetkileri kısıtlandı, tek hukuklu parlamentarist sisteme göz kırpıldı, laiklik ve ulusal egemenlik kavramları gündeme geldi… 23 Temmuz gününü Türkiye’de 1935 yılına kadar Hürriyet Bayramı olarak kutladık… Peki sonra ne oldu? Neden şimdi tam yüz yıl önce gerçekleşen bu büyük miladı unuttuk?

Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş yıllarca İkinci Meşrutiyet’le Cumhuriyet döneminin birlikte ele alınması gerektiğini anlatan bir akademisyen. Kendisi İkinci Meşrutiyet’in öneminden bahsederken, bu dönemi bilmenin aynı zamanda günümüzün hararetli tartışmalarda ne kadar önemli bir değeri olduğunu gördük…

İkinci Meşrutiyet’le ilgili sıkça sorulan sorulardan biri; devrim miydi, yoksa askeri bir darbe mi?
Olayı bu ikilemle ele almamak lazım. Belki ayrı ayrı bakıldıklarında bu ikisi farklı şeyler ama tarihte devrim adıyla andığımız olayları gözden geçirin; darbesiz başlamayan ya da başladıktan bir süre sonra darbesi olmayan bir devrim ben bilmiyorum. Bu bir süreç meselesi, toplumda kabul görmüş talepler ve reform istekleri, büyük kriz dönemlerinde gittikçe radikalleşen bir sürece dönüşür.

Meşrutiyet’in ikinci kez ilanına da böyle mi bakmak lazım.
Meclis, açıldıktan hemen sonra, “yeniden yürürlüğe kondu” denilen 1876 Anayasası’nı neredeyse tepeden tırnağa değiştiriyor. Meşrutiyet’i derinleştirme, temsili rejimi yerleştirme açısından radikalleşmeden söz edebiliriz. Bunlar, 1876’da Meşrutiyet’in ilk ilanından sonra yalnızca iki kez toplanabilen Meclis’in başına gelenlerin yeni nesile verdiği dersten yola çıkılarak yapılmış değişikliklerdi. Mesela 1909’da Anayasa değiştirildiğinde artık padişahın Meclis’i dağıtabilme imkânı yok denilebilecek kadar zorlaştırılmıştı. Parlamenter sisteme geçişi ifade eden, başlı başına önemli değişikliklerdi bunlar.

Biz tarih derslerinde, “askerler İstanbul’a yürüyecekti, meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı, 2. Abdülhamit de mecbur kaldı Meşrutiyet’i ilan etmeye” diye öğrendik…
Bu yanlış değil, durumu açıklıyor, ancak buradaki askerler sözcüğünün açılması gerekir. İstanbul’a yürüme hakkını kendisinde görenlerin büyük çoğunluğu sivil; İttihat ve Terakki, çoğunluğu sivillerden oluşan bir örgüt ama sivillerin darbe yapma imkanları yoktur. Abdülhamit de zaten bunun üç beş tane subayın işi olmadığını anlayacak kadar zeki olduğu için yelkenleri suya indiriyor. Yoksa İstanbul’da koskoca Birinci Ordu var emrinde. “Yok canım bu bir blöftür, bir avuç adam yapıyor bunu” diyen bakanlar var ama onları dinlemiyor ve Meşrutiyet’e dönüyor, seçimlerin yapılacağına dair padişah emri çıkıyor.

Meşrutiyet’in hedefi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını önlemek, güçlü bir devlete dönüşmekti, Cumhuriyet’i kurma fikri ne zaman gelişti?
Evet, güçlü bir devlet olmak için bazı reformları gerçekleştirme, modernleşme talebi vardı Meşrutiyet’in. 1919’da da durum buydu, Cumhuriyet falan kurulmak istenmiyordu tam olarak. Örneğin 1921 yılındaki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’yla Cumhuriyet kurulacağı telaşına kapılanlar, saltanatın kaldırılmasına açıkça karşı olduklarını söyleyenler, 1919 Erzurum Kongresi’nde böyle bir tedirginlik duymuyorlar.

Erzurum Kongresi’nin tarihinin de 23 Temmuz olmasının bir anlamı var mıdır?
Evet, Kongre 1918 sonunda Vahdettin’in kaldırdığı Meşrutiyet’i sahiplendiği, tekrar Meşrutiyet’e dönülmesini istediği için o tarihte toplanıyor.

Atatürk’ün ilan ettiği Cumhuriyet fikri ne zaman ortaya çıkıyor peki?
O fikir daha öncesinde de vardı. Eşi, Talat Paşa’nın “ne zaman bu cumhuriyeti kuracağız” dediğini anlatır mesela. “Cumhuriyet olursa iyi olur” diyenler Erzurum Kongresi’nde de vardı. Bunda, o dönemde Vahdettin gibi daha fazla yetki isteyen, Anayasa’nın öngördüklerinden rahatsız olan bir padişahın varlığının rolü önemlidir. İngiliz kralı gibi değil de Alman imparatoru gibi daha fazla yetki istiyordu, dolayısıyla saltanatı kaldırma, Cumhuriyet kurma fikri çabuk yaygınlaşabildi.

Atatürk devrimlerine de Meşrutiyet’le birlikte yükselen dalganın devamı olarak bakmak mümkün mü?
Gittikçe radikalleşen bir devamı olduğunu söylemek gerek. Hatta belki işi İkinci Meşrutiyet’le de kısıtlamamak, Osmanlı modernleşmesinin başlangıcına götürmek gerek. Bu gittikçe radikalleşen bir süreç. Tek başına bir kısmını almamak lazım.

NEDEN UNUTTUK?

Neden yeterince bilinmiyor İkinci Meşrutiyet?
Yeterince okutulmadığı kanısındayım tarih kitaplarında. Yıllardan beri İkinci Meşrutiyet’le Cumhuriyet döneminin birlikte ele alınması gerektiğini anlatanlardan biriyim. Ama tarih kitaplarının nasıl, hangi içerikle yazılması gerektiğine karar veren merciler bu yaklaşımın çok uzağındalar. İkinci Meşrutiyet dönemi tarih kitaplarında iki, en fazla üç sayfa. Bir tek 31 Mart olayı, Balkan Savaşları var o kadarında da. Yani Türkiye’nin ciddi bir parlamenter rejime 1909’da kavuştuğu söylenmiyor. Çünkü temsili rejimin ya da demokrasinin cumhuriyetsiz de olabileceği fikrinin bir takım gerici ve muhafazakar çevrelerin ekmeğine yağ süreceği korkusu var. Ama aklı başında bir çok kişinin, AB’ye bağlı bir çok ülkenin cumhuriyet olmadığını görüp, “aa bunlar cumhuriyet değil, o zaman demokrasi de orada yok” dediğini sanmıyorum. Türkiye, Cumhuriyet olduğu için Danimarka’dan daha demokratik bir ülke değil mesela. Ayrıca unutmayın, hiç de demokratik olmayan komşumuzun adı İran İslam Cumhuriyeti.

Meşrutiyet dönemi Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün değerini düşüreceği gerekçesiyle mi dışarıda bırakıldı?
Bu aslında Atatürk’ün ya da Cumhuriyet’in işi değil, sonradan ortaya çıkan bir durum. Şu tür bir anlayışın ürünü olarak bakılabilir: “Ben çağdaşlıktan yanayım, modernim ya da öyle olmamız lazım” diyen insanlar o kadar cahiller ki, bağlı oldukları değerleri ve dünyayı Atatürk’e dayanmadan, ona gönderme yapmadan savunamıyorlar. Onlar Atatürk’ü öne sürdükçe diğerleri de “çağdaşlık dünyasından biz hoşlanmıyoruz, modernite denilen şeyi sevmiyoruz, kızlarımızı okutmak istemiyoruz” diye konuşacaklarına, bunların yerine “biz Atatürk’ü sevmiyoruz, Atatürk bu memlekete kötülükler etti” falan gibilerinden söyleniyorlar. Çağdaşlık tartışması, “biz Atatürk’ü seviyoruz, sevmiyoruz” seviyesine indirgenmiş durumda. İki taraflı bir cehalet var.

Cumhuriyet dönemi tarih anlayışı Meşrutiyet’i dışlamıyor mu yani?
Hayır hiç öyle değil. 1920’lerde ve 30’larda okutulan lise tarih kitaplarında Meşrutiyet’e 30 küsur sayfa ayrılıyor. Ayrıca içerik de gayet sağlam. 50’den sonraki tarih kitaplarında 2-3 sayfaya düşüyor. Yani bunu Cumhuriyet’in bir sonucu olarak görmemek lazım. Bu kimilerinin “demokrasiye geçiş” dediği zamanda ortaya çıkan bir şey.

Anlamı nedir bunun?
Çok partili hayata dönüş sürecinde çok daha muhafazakar bir tarih söyleminin oluşturulduğu anlamı çıkar bundan. 20’lerde ve 30’larda çok daha ‘gelişmiş’ bir tarih anlayışı vardı.

Neden 1950’lerden sonra durum değişti?
Neden değişti bilmiyorum. Bu benimki bir tespit, ilk kez yapılan bir tespit. Nedenini araştıracağız.

'TRAVMA' UYDURMA BİR TARİHİN ÜRÜNÜ

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın önceki hafta söylediği sözler çok tartışıldı, sizce Atatürk devrimleri bir travmaya neden oldu mu?
Ben Türk toplumunun travma geçirdiği kanısında değilim, bu belirli bir muhafazakar kesimin muhafazakarlığını sürdürmek için icat ettiği uydurma bir tarihtir. Çünkü Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan şeyler bir kere toplumun çok önemli bir kısmını yakından ilgilendiren şeyler değildi. Mesela bu insanlar derler ki, “bir gecede ya da üç ayda millet okur yazarlıktan düştü”, bu dünyada uydurulmuş en büyük hayali tarihlerden biridir. Alfabe değişikliği yapıldığı zaman bu memlekette zaten okuma yazma bilen yüzde 10 civarındadır. Yani zaten toplumun yüzde doksanını ilgilendirmedi bu iş, onlar Arap alfabesini de okumuyor, Latin alfabesini de okumuyor. Yüzde 10’unun ise çok büyük kısmını yine etkilemedi, çünkü bu adamlar zaten Türkiye’de o günlerde var olan ve uzun zamandan beri eğitim vermekte olan bir takım ciddi eğitim kurumlarının mezunları, bunların zaten hepsinde yabancı dil öğretiliyor, bugünkü pek çoğuna göre daha iyi yabancı dil öğretiliyor.

İslami yaşam tarzı konusunda?
Şapka konusunda belki bu söylenebilir. Mesela Şapka Giyilmesine Dair Kanun’a muhalefet edenlerin, din elden gidiyor diye sokağa çıkarttığı kişilerden 100’ün biraz üzerinde insana isyana teşebbüsten ölüm cezaları verilmiş İstiklal Mahkemeleri’nde. Ama öte yandan vicdansız bir muhalefet vardı; bu zavallılara İslam adına vazgeçmek istemedikleri fesin bizim ülkemizde sadece yüz yıllık bir tarihi olduğu birileri tarafından söylenmiş olsaydı ve yüz yıl önce de o fes gelirken yine bir takım adamların “bu gavur işidir” diye istemediklerinden öldürüldükleri anlatılsaydı bu adamlar böyle telef olmazdı sanırım.

Türban meselesine de mi böyle bakıyorsunuz?
Yok, öyle bakılamaz, Devrim kadınların kılığına hiçbir zaman karışmadı. Yalnızca devlet memurları için sınırlama getirildi, sokaktaki kadına ya da hizmet alana bir şey söylenmemiştir. Türban hakkında şimdi yapılan konuşmalar beni pek ilgilendirmiyor, ama bu konuda konuşanlardan duyduğunuz hiç oldu mu; bundan 250-300 yıl önce tüm tek tanrılı dünyada başı örtülü olmayan bir tane kadın olmadığını? Ama şimdi baş örtmek bir tek İslam’a özgü bir şey gibi kalıverdi. Bu yalnızca modernlikle ilgili bir durum ve Müslümanlar modern olmak istemiyorlarsa kendileri bilirler.

'LAİKLİK GÖKTEN ZENBİLLE İNMEDİ'

Meşrutiyet’e dönersek, ulusal egemenlik ve laiklik de o dönemde ortaya çıkmış talepler sanırım…
Hukuki laiklik süreci Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanır, 1876 Kanun-ı Esasi’siyle birlikte fiili bir görünüm almıştır bu süreç. Şeyhülislamlık okulları mesela Maarif Nezareti’ne bağlanmıştır İttihat ve Terakki iktidarında. Laikliğin bu topraklardaki tarihinin daha eskiye dayandığını söylemek mümkün yani, bir talep olarak doğmuştur ve bir gecede gökten zenbille inmemiştir. Ulusal egemenlik kavramı da, ‘hakimiyet-i milliye’ adı altında ilk kez 1909 Anayasa değişiklikleri sırasında sıklıkla gündeme gelmiş ve Meclis kararında duyurulmuştur. Bu 1919’a ait bir yenilik değildir yani. Aklıbaşında insanlar bilmelidir ki ulusal egemenlik ilkesi devlet biçimiyle değil, güçler dengesinin ayarlanmasıyla ilgilidir.

06.07.2008/ Akşam

Hiç yorum yok: