Uzun yıllar Türkiye’de istihbaratçı olarak çalışmış CIA Türkiye masası eski şefi Graham Fuller, Türkiye’nin Ortadoğu’da Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar etkili bir aktöre dönüşeceğini söylüyor. ‘Yeni’ bir Türkiye ‘müjdeleyen’ Fuller’in tezini, bugünlerde çıkan kitabında referans gösterdiği Prof. Dr. Bülent Aras’a sorduk.
Bülent Aras
'Türkiye ilk kez önemli bir oyucu olacak'
Politikayla daha fazla haşır neşir olduğumuz şu günlerde kafasını her gün değişen sıcak gündemden kaldırabilenler, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasının da hayli canlı olduğunu fark ediyorlardır. Özellikle İran, Suriye, Irak, İsrail gibi Ortadoğu ülkeleriyle yoğunlaşan trafik kimimiz için pek dikkate değer bulunmasa da, öngördüğü bu yoğunluğa önemli anlamlar yükleyenler de var.
Türkiye’nin dış politikasındaki değişimin dayandırılabileceği belli bir dönüm noktası var mıdır?
Dış politikadaki değişikliği tek bir olayla ya da dönüm noktasıyla açıklamamak gerek. Benim önerim ‘coğrafi muhayyile’ kavramıyla açıklamak. Sınırlar artık olağanüstü durumlar olmadan değişmiyor ama o coğrafyayı algılama biçimleri, o coğrafyayla ilgili uluslararası politikalar değişebiliyor.
Böyle söylemek yanlış olmaz. Ortadoğu’da iki şeyin çakışması sonucu gerçekleşti bu durum; Başat güçlerin o bölgelerle ilgili siyasetlerinde belirsizlik olması ve Türkiye’nin kendi evine çeki düzen verip her şeye rağmen siyasi istikrarı yakalamasıyla. Türkiye önünde açılan manevra alanının iyi değerlendirdi ve dış politika uzun süredir ilk kez bir çerçeveye oturdu. Bunda en büyük rol 1999’da başlayan Avrupa Birliği sürecidir, Türkiye gerçekleştirdiği reformlarla siyaset yapma tarzını değiştirdi çünkü.
Yeni bir dönem biçiminde algılamamak lazım aslında. 2000’li yılların Türkiye’ye dayattığı şey bu biraz. Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilgisi hep vardı ama evine çeki düzen verince o bölgeye yönelik politikaları daha anlamlı oldu. Şöyle söylemek gerek; Türkiye Batı’ya giderek Doğu’yu keşfetti. ‘Komşularla sıfır problem’ yaklaşımı zaten AB sürecinde atılması gereken bir adımdı. AB’nin üç tür entegrasyonu var; ekonomik, siyasi ve güvenlik alanlarında. Bu üçüncü ayağın en önemli dökümanlarından biri, AB üyesi ülkelerin komşularıyla problemsiz dış politika yürütmelerini bağlayan bir doküman. Onun bir yansıması oldu ve bunda başarılı olunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Ortadoğu’da kendi güvenliğiyle ilgili politikaları artık ABD’nin aracılığıyla yürütmüyor, bizzat kendisi bağımsız biçimde inisiyatif alıyor.
Yeni oluşan ‘coğrafi muhayyile’ büyük değişiklikler üzerine kurulu, bunun tekrar değişmesi için başka büyük değişikliklerin yaşanması lazım uluslararası sistemde. Şimdilik bu tür eğilimler görünmüyor. Bir de içerideki ‘siyasi istikrar’ faktörü var, bu ortam kaybolursa yeni dış politikada değişiklikler olabilir. Fakat şimdi bu değişim kendi direnç noktalarını da yaratıyor, kaosa girme eşiği daha yukarıda, artık bir iki bombayla ya da mahkeme kararı kaosa neden olmuyor.
AKP iktidarına özgü bir politika olarak değerlendirebilir miyiz yeni yönelimi?
Türkiye’de askerlerin de büyük resme odaklandığını düşünüyorum. AB süreci Türkiye’nin güvenliğine hizmet eden bir süreç olarak algılanıyor. Türkiye’nin bölgesel açılımıyla MGK arasında bir açı farkı yok ve AKP’den sonra da devam edecek bu durum. Türkiye’de dış politika her zaman devlet politikası olarak yürütülmüştür zaten, siyasal iktidarlar tek başına belirlemez. Osmanlıdan miras kalan en önemli geleneklerden biridir bu. Daha demokratik ortamda yapılıyor şu anda ama hala bir devlet süzgecinden geçiyor.
İki ülke ilişkilerinin geldiği nokta ilginç. Soğuk savaş dönemindeki Türkiye ABD işbirliğinin bir gereği şuydu; Türkiye zaman zaman kendi çıkarlarına aykırı olsa da ABD politikaları gereğince tutum almak zorundaydı. Örneğin ‘füzeler krizi’nde bunları yaşadık. Yeni işbirliğiyse daha çok eşitler arası işbirliği olacak. Bunun anlamı şudur; işinize gelen noktalarda işbirliği yaparsınız gelmeyen noktalarda kendi yolunuzu çizersiniz. Türkiye’nin şimdi Suriye’ye, İran’a, Irak’a yönelik kendi pespektifleri var ve bu perspektifin birinci motifi Türkiye’nin kendi güvenliği. Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil, mesela Yunanistan ABD karşıtlığının en fazla yaşandığı ülkelerden biri ve daha eşit bir ilişki sürdürüyor. Onlarda da bu durum tam olarak AB süreciyle gerçekleşti.
‘Arap çaresizliği’ diye bir durum var, Arap dünyası öyle bir durumdaki en temel sorunlarını bile çözemiyorlar. Şöyle bir algılama var, ‘biz 20 parçaya bölünmüş durumdayız bizim üzerimizde coğrafi ve siyasi mühendislik yapıldı, zayıf bırakıldık, biz hiçbir şey yapamayız. Bunun pratik yansıması da var, Araplar hiçbir uluslararası örgütte toplanamıyor mesela, bir araya gelip bir sorunu konuşamıyorlar. Sokaktaki insana kadar yansıyan iki tane çok ciddi sorunları var; Filistin ve Irak. Biz Türkiye’den pek göremiyoruz ama bu sorun bütün Arap ülkelerinde devletle toplum arasında bir gerilim oluşturuyor. Bu iki sorunda da Türkiye daha önce zannedildiğinin aksine bağımsız davranıyor ve hiçbir Arap ülkesinin gösteremeyeceği tepkiler verebiliyor. Bülent Ecevit’in ve Tayip Erdoğan’ın İsrail’i eleştiren çıkışlarını ve en önemlisi 2003’teki tezkere oylamasını örnek gösterebiliriz. Türkiye’nin bu yeni bağımsız tutum üzerinde yükselen imajı ciddi ölçüde bir prestije sahip.
Türkiye’nin yeni dış politikası uluslararası alanda destek buluyor mu? Örneğin ABD ‘yeni Türkiye’yi kabullenebilecek mi?
2003’ten beri üç aşama yaşandı. İlk önce bir şok yaşandı, tezkerenin kabul edilmemesi Amerika için akla gelmeyecek bir seçenekti çünkü. Türkiye’nin ciddi biçimde eleştirildiği ikinci aşama belirsizlik ve güvensizlik aşamasıydı, Türkiye’nin ne başbakanı ne cumhurbaşkanı ABD’ye gidebilir durumdaydı, ‘ilişkiler bitti’ şeklinde bakanlar oldu hatta ABD’de. Fakat üçüncü aşamada Türkiye’nin bölgedeki bağımsız tavrının uluslararası toplumun işine gelebileceği anlayışı ortaya çıktı. Belirsizlik de yerini ‘temkinli güven’ aşamasına bıraktı, Şu anda bunu yaşıyoruz. Türkiye’nin İran’la nükleer program konusunda yapacağı görüşmelere, İsrail ve Suriye arasında yürüttüğü arabuluculuğa, bizzat topraklarına operasyon yapılan Irak’la ilişkilerin en üst seviyeye çıkmasına, Türkiye’nin yeni politikasının uluslararası alanda kabul gördüğünün işaretleri olarak bakılabilir.
Bence BOP modeli şuydu, ilişkilerin soğuk savaş şartları altında devam ettirilmesi çabası. Türkiye’ye BOP’ta biçilen rol, soğuk savaşta olduğu gibi, çıkarlarına aykırı durumlar da olsa Ortadoğu’da ABD politikalarını desteklemek. Türkiye bu şartlar altında işbirliğine razı olsaydı BOP’ta önemli rol alabilirdi ve projenin hayata geçmesinde önemli katkı sağlayabilirdi. Ama bunu istemediğini net biçimde gösterdi 2003’te. BOP’u anlamsızlaştıran bir tepkiydi bu.
Pek katılmıyorum bu görüşe. Türkiye cumhuriyet modernleşmesinden uzaklaştığı için bu ülkelerle yakınlaşmıyor. Aslında cumhuriyet modernleşmesini arkasına alarak bu ülkelerle yakınlaşıyor. Bu siyasal olgunluk söz konusu modernleşmenin yarattığı ortamın bir sonucu. Dediğim gibi, Türkiye’nin ‘soft power’ olarak ortaya çıkmasının en önemli kaynağı da, bütün bu politikanın en büyük itici gücü de bizzat ‘modernleşme projesi’ ve AB süreci.
Türkiye’nin yeni dış politikasını yürütmesi için yeni yeni kadrolara ve bilgi alt yapısına ihtiyacı var. Örneğin Irak’la ilgili Türkmen politikası geliştiriyorsunuz ama bir süre sonra fark ediyorsunuz ki, Türkmenlerin hepsi Sunni değil, bir kısmı da Şii’ymiş. Bunlar sadece belli bir bölgede değil de Irak’ın her tarafında yaşıyorlarmış. Türkiye’nin destek olduğu Türkmen grubu aslında oradaki Türkmenlerin sadece bir kısmıymış. Zamanla elde edilen bu bilgilere başlangıçta sahip olunsaydı belki Türkmen politikası daha farklı olurdu. Bu büyük bir sorun yani.
“TÜRKİYE MÜSLÜMAN DÜNYAYA DEMOKRASİYİ ÖĞRETECEK”
Gençliğimden beri Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya karşı büyük bir ilgi duyuyorum. Bu bölge beni kelimenin tam manasıyla büyülüyordu ve sürekli bu bölgedeki diller ve kültürler üzerine çalışmak istiyordum. Bu sırada askere alındım ve istihbarat bölümüne yerleştirildim. Sonuç olarak CIA’de göreve başladım ve Orta Doğu’ya gönderildim. CIA’in adını duymadan çok daha önceleri, Türkiye ve Orta Doğu zaten benim ilgilendiğim bir konuydu. Üstelik bugün, CIA’den ayrıldıktan 21 yıl sonra bile, bu konu hâlâ dikkatimi çekmekte.
Türkiye’nin Müslüman dünyanın geri kalanına demokrasinin nasıl işletileceğini göstereceğini düşünüyorum; Batı ile işbirliği geliştirmenin ya da Batı’dan gelebilecek aksi politik gelişmelere -örneğin Irak’ın işgaline- ‘hayır’ diyebilmenin nasıl mümkün olabileceğini göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’nin başarısı, Türk modelinin bölgedeki diğer ülkelere nasıl yardımcı olabileceğini gösterebilir. Türkiye İslamcı partileri siyasal düzene başarıyla sokabilmeyi başardı ve bu partiler siyasal sahnenin normal birer parçası oldular, giderek ılımlılaştılar. Başka hiçbir Müslüman ülke bu geçişi sağlayamadı. Ne zaman ki AKP’nin politik fikirleri başarısız sayılacak, o zaman bu parti seçimler yoluyla iktidardan ayrılacak, tüm demokrasilerde olduğu gibi. Ayrıca Türkiye, bölge gerçekleriyle; yani İran, Suriye, Hamas, Hizbullah ve diğerleriyle ilişkileri konusunda da Washington’a yardımcı olabilir.
2008 seçimlerinin Amerika-Türkiye ilişkilerinin yapısını belirgin biçimde değiştireceğine inanmıyorum. İki ülke arasında yapısal çatışmalar —çatışan çıkarlar— var. Kitabımın da işaret ettiği gibi, ABD ve Türkiye, dünyanın birçok bölgesi için ortak amaçlar taşımıyor.
AKP’yi İslamcı hareketlerin en ılımlıları arasında görüyorum. Bir parti ki siyasal realiteleri anladı, öğrendi, demokratik sistem içinde çalışmaya istek duyuyor ve halkın isteklerine saygı göstermek zorunda. Türk halkının çok büyük bir kesimi şeriat rejimi altında yaşamak istemiyor ama İslami değerlere, geleneklere ve Osmanlı geçmişine saygı gösterilmesini istiyor. Müslüman dünyadaki diğer İslami partiler de bu yönde ilerlemek zorunda kalacak. Görüyorsunuz ya, Türkiye bu alanda da lider.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder