10 Ocak 2011 Pazartesi

Pornografi; Çok yaygın ama çok yabancı


Pornografi;

Çok yaygın ama çok yabancı


Bilgi Üniversitesi’ndeki bir öğrencinin geçen yıl bitirme tezi kapsamında porno film çekmesi, önceki hafta haberlere konu olunca epey tartışıldı. Cinsellik ve pornografiyle ilgili kitabı çıkmış, konu hakkında makaleler yazmış Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’a sorduk; Üniversitede porno çekilebilir mi? Pornografi nedir, ne değildir?


Akşam Pazar/ 09.01.2011

Geçen haftanın en çok konuşulan haberiydi; bir yıl önce Bilgi Üniversitesi’nde görsel sanatlar eğitimi alan bir öğrenci bitirme tezi kapsamında porno film çekmiş, jürideki hocalar da tezi değerlendirip düşük not vermişti. Her ne kadar olayın üzerinden epey zaman geçse de haberin ‘bomba’ etkisi yaratması uzun sürmedi (Elbette jürinin verdiği düşük notla ilgili değildi kimse). Bugüne kadar ciddi tepkilere rağmen Ermeni Konferansı, Kürt Konferansı gibi cesur etkinlikler düzenlemiş üniversite yönetimi olayın arkasında durmayıp, be kez konunun sessizce kapanmasını beklerken hocaları da görevlerinden aldı (Üniversitenin kuruluşunda, bir zamanlar Türkiye’de geniş kitleleri cinsellikle tanıştıran 900 hatların gelirinin büyük payı olmasını, ironik bir durum olarak görebilirsiniz). Olayla ilgili tartışmalar sürerken pornografi hakkında pek de bilgili olmadığımız ortaya çıktı.

Daha önce ‘Cinsellik, Görsellik, Pornografi’ adıyla bir kitabı çıkmış, konuyla ilgili pek çok makale yazmış, Kadir Has Üniversitesi’nde rektör yardımcılığını yürüten Hasan Bülent Kahraman’a soralım istedik; Akademik dünyada pornonun yeri var mıdır? Pornografi nedir, ne değildir? Erotizmden ne farkı vardır?

AKADEMİK SINIRLARI YASALARLA TAYİN EDEMEYİZ

Akademik bir çalışma için porno film çekilebilir mi?

Görsel sanatlar eğitimi alan bir öğrenci, bir görüntü üretme tekniği olan pornografiyi istiyorsa deneyimleme hakkına sahiptir. Ben birçok öğrenciye pornografiyi inceleyen tezler yaptırdım. Sinema eğitimi alan bir öğrenci de, örneğin yakın plan çekimlerinin yarattığı yabancılaştırma efektleri üzerine çalışmak veya pornografi hakkındaki görüşleri sorgulamaya açmak bağlamında yine böyle bir çalışma yapmak isteyebilir. Akademik dünyada bunlara yer vardır. Dünyada, üzerine binlerce cilt kitabın yazıldığı bir alandan söz ediyoruz. Bunlara bakmadan, görmeden, okumadan olabilir mi? Akademide incelenmeyecekse nerede incelenecek?

İşin yasalarla düzenlenmiş kısmına nasıl bakacağız?

Pornografi zor ve yasal sınırları olan bir alandır ama akademik sınırları yasalardan yola çıkarak tayin edemeyiz. Örneğin tıp fakültelerindeki, davranış bilimleri fakültelerindeki incelemelere de aynı ahlaki önyargılarla yaklaşamayacağımız gibi… Dünyadan örnek vermek gerekirse Amerikan üniversitelerinde bu konularda uğraşan biriyseniz ve odanızda çıplaklık, cinsellik sergiliyorsanız kapınıza yazarsınız. Odaya girecek insan bunu göz önünde tutarak girer ya da girmez.

Konuşmakta geç kaldığımızı düşünüyor musunuz?

Evet, nasıl düşünmem. Daha önce ‘Cinsellik, Görsellik, Pornografi’ kitabını yazdığımda belirli bir tartışma yaşanmıştı ama daha ileriye taşıyamadık. O kitabın temel iddiası, pornografinin cinselliğe dayanan türünden çok daha geniş bir alanı kapladığıydı.

FUTBOL PROGRAMLARI DA PORNOGRAFİDİR

Pornografinin çok yaygın ama aynı zamanda çok yabancısı olduğumuz bir konu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Öyle. Belki de yabancı olmamızın altında yatan bazı nedenler pornografiyi bu kadar yaygın hale getiriyor. Yani, insanların kendi iç dünyalarında daima mahremiyetleriyle birleştirdikleri bir boyutu var cinselliğin. Onunla yüzleşmek istememek, işin o yanını düşünüp tartışmak konusunda çekimser davranmak pornografiyi bu kadar yaygın hale getiriyor. İnsanlar ikiyüzlü davrandıkları konularda genelde daha yasakçı, daha kaçak bir tavrın içinde olurlar. Pornografi için de bu fazlasıyla geçerli.

Pornografinin ne olduğundan biraz söz edebilir misiniz?

Yalnızca cinsellik alanında değil, her düzeyde pornografi olabilir. İnsanların sindiremediği, hakkında düşünemediği, sadece akıp geçen; tabiriyle söylemek gerekirse bir ‘boş gösteren’ yani anlamı kavranamayan ve anlamının kavranması için ek bir çabaya gerek bırakmayan, ortadan kalktığı anda devam etmeyen her şey pornografidir. Televizyonlardaki futbol programları pornografiktir. Çünkü bira içerek, fındık fıstık yiyerek, çekirdek çitleterek izlenen bu programlar televizyon kapandığı andan itibaren yoktur. Kalıcı bir değere dönüşmez. Ertesi hafta bir takım insanlar yine çıkıp önceki programı yok sayıp, unutup, aynı şeyi hiç olmamış gibi tekrar konuşacaklardır. İşte pornografi budur.

Bu kavram büyük çoğunluğun aklına cinselliği, cinsel birleşmeyi getiriyor…

Pornografi dediğimizde aklımıza gelen şey de öznesi cinsellik ama yöntemi bu olan bir görselliktir. Pornografinin gösterdiği çok yakın plan cinsel ilişki aslında görüntünün hükümranlığı nedeniyle gerçek dışı alandır. Oradaki cinsel ilişki gerçek değildir. Bu kadar yakınlaştırılmış, bu kadar büyütülmüş her şey bizim algılayabileceğimiz, sindirebileceğimiz, anlayabileceğimiz alanın ötesine geçer. Görüntü zaten ‘yalan’dır, bir aldatmacadır, bir yansımadır. Bir de bunun belirttiğim bir içerik ve niteliğe kavuşmasıyla pornografinin gerçek ötesi yanı büsbütün belirginlik kazanır.

Pornografi meşru bir alan mıdır?

Gerçek dışı, aşırı tüketime dayalı, sömürücü, yabancılaştırıcı bir alanın meşruluğundan bahsedemeyiz. Bir endüstridir pronografi. Bir sermaye hareketidir. Kitle kültürü yaratma sürecidir. Kaldı ki, kadın bedeninin de erkek bedeninin de en uç noktada olmadık bir zorlamayla gösterildiği bir görselliğin ne meşruiyeti olacak? Ayrıca pornografi şiddettir. Pornografi bir iktidar ilişkisi etrafında biçimlenir. Efendi-köle diyalektiğine dayanır. İktidar ve şiddetin temas ettiği noktada Faşizm doğar. Pornografinin buraya açıldığını unutmayalım. Mesela pornografide hiçbir zaman göz teması yoktur, hiçbir zaman gerçeklik dünyası kurulmaz; hemen başlayan, aynı şekilde devam eden ve biten, hepsi birbirinin aynı olan unsurlardır. Bu tekrarın kendisi bile yabancılaşmayı doğurur. Fakat pornografi bir realitedir. Yasaklamak yerine tüm yönleriyle ele alınması gereken bir konudur.

PORNOGRAFİ SAHTEDİR EROTİZM GERÇEK…

Cinsel birleşmeyi gösteren ama pornografi olmayan bir şey mümkün müdür?

Mümkündür; erotizmle… Örneğin Fransız şair Jean Genet’in cüretkar şiirlerine karşı kendisine ‘Ermiş Genet’ denir Fransa’da. Yine Fransız yazar ve düşünür Marquis de Sade’ın yazdıkları pornografiden izler taşır ama pornografi sayılamaz. Çünkü Sade’da bütün o pornografiden izler taşıyan tiyatro iktidar karşıtı bir söylem barındırır. Erotizm pornografiden farklıdır. Psikanalize göre bizi ölümle birlikte yaşamda tutan ve barındıran iki unsurdan biridir. Üremeyle de iç içe geçmiş biçimde, yaşama kaynaklarımızdan biridir. Bize zevk veren erotizmdir. Erotizm ölüm demek olan Tanatos’la bir ikilem meydana getirir. Birisi ne kadar gerçekse diğeri de o derecede gerçektir. Pornografi zevk alınabilmesi için aşırı tüketimle zehirlenmiş, fetişleştirilmiş bir alanı işaret eder.

Antik çağlara ait cinsel birleşmeyi gösteren resimler var, onlar porno mudur?

Antik Yunan vazolarında, Pompei’de, Uzak Doğu kültürlerinde, Hint, Moğol, İran minyatürlerinde var. Hatta çok kısıtlı olmakla birlikte Osmanlı kültüründe de var; bahnamelerde. Bunlar bir insani gerçekliğinin dışa vurumu olarak mevcuttur. Erken dönem pornografi olarak görülebilir ama özü itibariyle pornografi değildir. Örneğin Kamasutra cinselliğin bir insan geçekliği olarak nasıl daha ‘derinleştirilebileceği’ ve ne yapılırsa bir felsefeyle bütünleştirileceğinin sorgulanmasıdır.


Her şeyin cinsellikle ilgili olduğu ama hiç konuşulmadığı bir dönemde yaşıyoruz

Pornografinin yaygınlaşmasının nedenlerinden biri olarak, cinselliğimizle yüzleşemiyor oluşumuzu gösterdiniz. Neden yüzleşmekten, tartışmaktan kaçınıyoruz?

Yani cinselliğin çok kapalı olması gerektiği fikrini hem dinler, hem de 19. yüzyıl kültürü üretti. Cinselliğin bizim kişisel kimliğimizin en önemli parametrelerinden biri olduğunu, ancak 1900’de Freud söyledi. 1968 olaylarıyla birlikte, doğum kontrol haplarının bulunmasının da katkısıyla cinselliğin özgürleşmesini yaşadı dünya. Cinselliğin bir zevk meselesi olduğunu 1968’le birlikte öğrendik. Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, bana bir bardak, içinde erotizm olmayan su vermeniz bile zordur. Reklam dünyası, görsel dünya A’dan Z’ye kadar her karesinde cinselliği ve erotizmi bir biçimde bize iletiyor. Fakat buna rağmen cinselliği ve erotizmi bastıran bir dönemden geçiyoruz. 1980’lerde AİDS’in çıkmasıyla bu dönem başladı. Dolayısıyla bugün ikili, çatışmacı bir düzende yaşıyoruz. Bir yandan her şey cinsellikle ilgili, diğer yandan cinselliğin neredeyse konuşulmaktan kaçınıldığı bir dönemde yaşıyoruz.

Bugün internetin yaygınlaşmasını 1968’den sonra ikinci bir milat olarak görebilir miyiz?

İnternetin özgürleştirici bir alan olduğunu kabul ediyorum ama onun içindeki unsurların, elemanların neyle kendilerini var ettiklerini teker teker ele alıp irdelemek şart. 1968 hareketi kadın bedeninin özgürleştiği, hazzın, cinselliğin somutlaştığı bir dönemi açtı. Bugün dünya ondan çok daha geri bir durumda. O zamanlar hazzın bırakın birey için, toplum için bile ‘Anlamı ne olabilir?’ sorusunu en önemli düşünürler, Frankfurt Okulu mensupları soruyordu. Halbuki bugün bunun üstünde tek satır üretilmediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların hazla bilinçsiz bir ilişki kurduklarını gösteriyor. Bu ancak kapitalizmin mantığıyla açıklanabilecek bir durumdur. O bakımdan da çok daha geride bir yerde olduğumuz, sömürüyle çok daha fazla iç içe geçtiğimiz, kendimizin sömürüsüne dayanan bir noktaya geldik. 1968 hareketlerinin altında sömürü olgusuna karşı çıkmak yatıyordu. Bugün insanın kendi kendisini sömürdüğü bir noktadayız ve buna yönelik en küçük bir irdeleme yapılmıyor. Çok trajik bir durum…

Video sitelerinde paylaşılan amatör pornolara bu şekilde mi yaklaşıyorsunuz?

Evet. Bu artık pornografinin dışına çıkılan bir alandır. İnternet sınırlanabilecek bir alan değil. Pornografi de onaylamasak bile kendisine ait bir realiteye sahiptir. O kişilerin kendi amatör deneyimlerini sergiledikleri alanları da bu bağlamda değerlendirmek lazım. 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl kültürü kapitalizmle birlikte her şeyin fazlalaştırılmasını getirmiştir. Her şeyi aşırı tüketim nesnesine dönüştürüp sömürü aracı haline getirmiştir. Amatör pornografinin, ‘kendi kendine sömürünün’ bir karşılığı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca 21. Yüzyılın sonundan başlayarak bir fetişletirme ve narsisizm çağına girdik. Bugünkü pornografinin altında da bu unsurların yattığını unutmamak gerekir.

Pornografinin ötesine ancak yeni bir politik dille geçilebilir

Pornografinin hızlı yayılışı nereye kadar sürer?

Görsel dünya bugün büyük sermayenin hareket ettiği bir alandır. Büyük sermaye daima kitle kültürüne dönüktür, kitle kültürü yerel, otantik olamaz. Sermaye yatırılan ve daima tahrike dayalı bir alandır. Kapitalist dünyanın mantığı ve düşünme biçimi hakim oldukça bu kısırdöngüden çıkmak bana imkansız gibi geliyor. O yüzden ben daha büyük bir dönüşümden, daha farklı bir dünyanın düşünülmesinden yanayım bunun tartışılması için. Yoksa pornografiyi yasaklayarak bir yere varamazsın. Bu da politik bir karardır. Pornografinin de ötesine geçecek bir yeni dünyayı ancak yeni bir politik dille kurabiliriz.

http://www.aksam.com.tr/pornografi-yasaklanmak-yerine-her-yonuyle-ele-alinmali--10004h.html


30 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye'nin eğlenceyle imtihanı



Türkiye’nin eğlenceyle imtihanı

Bir yılbaşı daha geldi. Artık bir fenomene dönüşen Taksim’deki kutlamaları ‘bir bilene’ yorumlatmak isterken gözümüzün önüne yıl boyunca kutlamalarda, eğlencelerde ve anmalarda yaşanan gariplikler geldi. “Nerede yanlışlık yapıyoruz acaba?” dedik, bu tür konular üzerine epey kafa yormuş Özgür Taburoğlu ilginç cevaplar verdi.


26.12.2010 Akşam Pazar

Yılbaşı yaklaşırken taciz olaylarını önlemek için Taksim Meydanı’nda, bazlıları noel baba kılığında 5 bin polisin görev yapacağı bildirildi. Bir kutlama organizasyonu ise bu yıl gerçekleştirilmeyecek. Önceki yılların bazılarında ya askerlerin şehit düşmesi, İsrail’in Filistin’e saldırması gibi nedenlerle iptal edildiği için gündeme gelmiş, ya da sahne olduğu taciz olaylarıyla gazetelere, televizyonlara konu edilmişti.

Aslına bakarsanız söz konusu edilen şey kutlama, anma, eğlenme, üçlüsüyse gariplikler açısından hayli zengin bir ülkede yaşıyoruz. Yılbaşı kutlamaları hakkında, konuyla ilgili ‘bir bilenden’ yorum almak isterken, bütün bir yıl boyunca yaşadığımız diğer gariplikler de gözümüzün önüne geldi. Amcasının oğlunu askere uğurlarken kazayla kızını öldüren adamdan, Ankara’da yılbaşı için vitrinlerini süsleyen esnafa belediyeden uyarı gelmesine; şehitleri anma gecesinde halay çekmeye başlayan insanlardan, İbrahim Tatlıses’in bir konserinde sahneye çıkan kıza ‘küçük o….’ demesine kadar pek çok kara mizah vakası…

Asıl mesleği bilgisayar mühendisliği olmasına karşın bu tür kültürel konular üzerine kafa yoran ve çeşitli yayınlarda makaleleri yayınlanan Özgür Taburoğlu’yla konu hakkında sohbet etmek istedik. Kendisi üç yıl önce, ‘Dünyevi ve Kutsal/ Modernlerin Maneviyat Arayışları’ adında ilgi çekici bir kitap çıkarmıştı. ‘Kent Efsaneleri’ adını taşıyan yeni kitabıysa önümüzdeki günlerde çıkacak. Sorularımıza verdiği ilginç cevaplar, sizi de bu tür olaylara farklı açılardan bakmaya teşvik edebilir.


EĞLENEN İNSAN ELİNi, DİLİNİ, BELİNİ BİRAZ SERBEST BIRAKMALIDIR
Eğlenme, kutlama ve anma biçimlerimizdeki, kara mizaha konu olabilecek durumları nasıl açıklıyorsunuz?
Manevi dünyanın günümüzde geçirdiği değişime, o dünyayla kurulan ilişki şeklinin değişimi de eşlik ediyor. Verdiğiniz tören ve kutlama örneklerindeki asıl sorun bu ilişkinin bir türlü kurulamaması. Yani ulusal, dinsel ya da başka değerlerle ilişki kurmak isteyen insanlar var ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyorlar. “Şehit törenleri sırasında gözyaşı dökeyim, bayrağımı sallayayım, biraz da halay çekeyim belki olur” diyor. Havaya kurşun sıkarken de, yanından geçen kadını elle ya da sözle taciz ederken de eğlenme işini gerçekleştirdiğini düşünüyor.

İdeal yılbaşı kutlaması nasıl olmalıdır? Örneğin Taksim Meydanı’nda denetimin arttırılması bunu sağlayabilir mi?
Doğrusu özellikle bir eğlencenin katı disiplin içerisinde, belli kurallara göre yapılamayacağı ortada. Yani eğlenen insan dilini, elini, ayağını, belini de biraz serbest bırakmalı.
Denetimsiz, doğaçlama, kendiliğinden gelişen eğlencelerde acıklı ve gülünecek durumlar ortaya çıkabiliyor ama yine de bu biçimin; her aşaması programlanmış törenlere, eğlencelere, onlara ipotek koyan kaynağı belirsiz denetimlere tercih edilmesi gerekir. Eğlence, özellikle de şenlikler sınıfsal, ekonomik, kültürel ayırımların geçici bir süre için son bulduğu fırsatlardır. Örneğin bu şenliklerin dünya üzerindeki en tanınmışlarında, bir eşeği papaz kılığına sokarlar.

TACİZCİ KALABALIKLARIN TEMSİLCİSİ DEĞİLDİR
Peki, ‘magandalar’, tacizciler ne olacak?
Yılbaşı kutlamalarında kent merkezlerinde toplanan ve muhtemelen yoksul olduğu için oralarda eğlence arayan gençlerin bunu bir fırsata çevirdikleri ortada. Yani onlardan esirgenmiş her şeye yılbaşı gecesi çılgınlığıyla erişme gayretindeler. Bu durumu anlama çabasına girmeden yapılan haberler zaten çok olduğu için şu söylenebilir; genç erkekleri zan altında bırakan, kadınları eve kapanmaya, kalabalıklardan uzak durmaya telkin eden haberler bunlar. Benzer şekilde, çocuklarımız taciz etmek, kaçırmak, organlarımız çalmak üzere hemen kapımızda bekleyen bir fesadın altı çiziliyor sürekli. Önemli olan bu haberleri algılama şeklimiz. Sokaklar eskiden olduğundan çok daha tekinsiz değil ama bu haberlerin içe kapanmayı, başkalarıyla; yoksulla, işsizle, vasıfsız gençlerle, işsiz Kürtlerle aramıza mesafe koymayı öğütleyen bir yanı olduğunu da düşünebiliriz. Yani meydanda tacizi yapan kötü niyetliler, o kalabalığın temsilcisi oluyor gizliden. Orada bulunan bir sürü genç kılıksız insanlar halini alıyor hemen.

Tacizcileri önemsemiyor musunuz yani?
Burada yapılması gereken tacizin sorumlularına, onları kalabalıktan ayıran bir isim koymaktır. “Bir grup genç” yerine, eğer suçları sabitse açık ya da kodlanmış isimleriyle seslenmektir.

SİLAH TOPLUMUN PARÇASI OLMAMAK İÇİN SIKILIR
Kutlamalarda silah atılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Alman düşünür Walter Benjamin, Fransız Devrimi’nin hemen ertesinde devrimi kutlayanların silahlarıyla saat kulelerine ateş açtıklarını yazar. Farklı kentlerdeki saat kuleleri birbirinden habersiz bu insanların hedefi olmuştur. Benjamin, insanların eğlence ve törenin bir araya geldiği böylesi kutlamalarda ateş etmesini; kendilerine mutsuzluklarını çağrıştıran eski zamanlardan kurtulma çabasına bağlar. Malum, bizim insanımızın ortaya silah sıkması için böyle büyük bir olayın yaşanması gerekmiyor. Fransızların silah sıkması daha soylu görünebilir ama ikisi de benzer işlevi yerine getirir. Bizim insanımız da havaya silah sıkarak içinden çıkamadığı kaderleriyle hesaplaşır. Aslında o sıradan adam bu ve benzeri birçok davranışında gösterdiği basiretsizliğiyle, bir yurttaş olmak istemediğini ilan etmek ister. Toplumun bir parçası olmamaya çalışır.

SOSYETE, TELEVİZYONUN ÜNLÜLERİ VE KÖYÜN DELİLERİ
Gariplikler sadece ‘halk tabakasının’ eğlencelerinde değil, ‘sosyetik’ partilerde de yaşanabiliyor…
Veblen adında başka bir Alman düşünür vardır. 19. yüzyılın sonlarında bir grup insanın ‘gösterişçi tüketim’ yapmaya başladığını fark eder. Söz konusu grup, kendilerinden önceki soylulara özenen burjuvazi kesimidir. Burjuvalar gerçekten de ilk zamanlarda bocalar, biraz görgüsüzce eğlenceye dalar, izleyici açısından iyi görüntü vermez. Magazin gazeteciliği de esasında o görüntüyü yakalamak için doğmuştur. Fakat Avrupa’da burjuvazi belli bir olgunluğa erişirken, kültürel sermayeyi de kasasına atmıştır. Magazin de büyük ölçüde o kasadadır. Ama Türkiye’de bu olgunluk tam oluşmamış ki, magazinciler seçkin insanlardan kurulu cemiyet haberleri yerine daha çok biçimsizlikleri ortaya çıkarıyor.

İbrahim Tatlıses’in sahneye çıkardığı kıza ağza alınmayacak bir söz söylemesinin simgesel bir yanı var mıdır mesela?
O vukuatın kameraların çalıştığı, halka açık bir gösteride yaşanması bu talihsizliğe farklı anlamlar katıyor. Yani bazı kişiler televizyon karşısında, halkın gözleri önünde böyle davranma iznini koparmış gibi davranırlar. İbrahim Tatlıses’ten daha aklı başında olup olmadıkları bir yana, Zeki Müren, Huysuz Virjin, Okan Bayülgen gibi isimlerin yaptıkları biraz da televizyonların, gazetelerin başındaki halkın vesayetine güvenmeleriyle ilgili. Köylerde, kasabalarda delileri vesayeti altına alan halk gibi. Halkımız delilere ne kadar sahip çıkarsa çıksın, deliyi karşısına alıp konuşturup, ona gülmekten el şakaları yapmaktan geri durmaz. Deli de onların adına etrafındakilere sataşır. Ortada küçük bir kızın yaşadığı facia olmasa, bu gösterinin mantığı belki de sorgulanmazdı. Çok doğallaşmış, görülmez hale gelmiş olduğundan… İbrahim Tatlıses’i böyle patavatsız, pervasız yapan da delinin bizi güldürmesi, eğlendirme beklentisidir. Televizyona çıkan, gösteriye katılan herkes bu delirmeden payını alır.

‘YURDUM İNSANI’ KATEGORİSİ…
Böyle durumlarda insanların otomatik olarak girdiği ‘yurdum insanı’ kategorisi var…
Medyanın sistem dışı (ya da sistem karşıtı) insanları görünür kılmasının iki yolu olduğunu söyleyebiliriz; bir suç işlemeleri ya da ‘yurdum insanı’ndan manzaralar sergileyip, gülünç, grotesk haller almaları beklenir. Esasen halk dediğimiz, şekilsiz, temsil edilmeyen insanlara son zamanlarda yurdum insanı demeye başladık. Onlara acımak, nefret etmek ve gülmek dışında, onların varlığını kabullenen, ciddiye alan ‘normal’ bir jest ortaya koyamıyoruz.

EĞLENCEYLE KUTSALLIĞI BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORUZ
Hıristiyan dünyadaki eğlencelerde papaz kılığında gezdirilen eşekten bahsettiniz az önce. Türkiye’de dini değerler eğlencenin önünde bir engel midir?
İslam’ın, eşdeğeri başka dinlerdeki kadar eğlenceye yasaklar koyduğunu söylemek zor. Burada sorun gibi görünen, eğlencenin gerçekten de bir tür kutsallık ifadesiyle ve törenlerle karıştırılması olabilir. Eğlence yalın, bedensel bir iş gibi değil de, ruhumuzu da kurtaracak büyük bir olaymış gibi yaşanıyor kimi zaman. Sohbetlerimizde de böyle değil midir? Çoğu arkadaş sohbetinde Türkiye’nin ve dünyanın büyük bir sorununu çözmeden rahat edemeyiz mesela.

Kutsal değerlerle kurduğumuz ilişkiyi de eğlenceyle karıştırıyor olabilir miyiz? Kurban bayramındaki trajikomik manzaraları nasıl açıklıyorsunuz?
Kurban bayramları gibi törenlerimizi ‘yaşatmak’ konusunda bir dirençten söz edilebilir. Kutsallık taşıyan törenlerin içtihatla, eleştirellikle, yani en bilinen deyimle ‘çağdaş yaşamın gerekleri’yle ilişkili görülmemesi bu komik ya da acıklı durumların nedenine dönüşüyor. Kurbanlıklar tarihin her aşamasında sahibinden kaçıp kurtulmuştur ama bunun bir metropol kalabalığında yaşanması gülünç bulunur. Burada geleneksel olanı çarpıtılması ya da yozlaşması söyleminden çok, bağlılıklarını ‘aslına uygun’ yerine getirmek isteyenlerin yarattıkları durumlar, dramlar üzerinde durulmalı.


Eğlencede de, anmada da kara mizah eksik olmuyor

Gazetelerde sıkça karşımıza çıkan taciz olaylarını ve düğünlerde, kutlamalarda kaza kurşunuyla öldürülen insanları hatırlamak bile istemezken; aklımıza gelen, çoğu son aylarda karşımıza çıkmış ‘garip’ kutlama, anma ve eğlenme vakalarından bazılarını aktaralım.

* 2010’a girilirken Levent’teki Sapphire binasında verilen yılbaşı partisi Milliyet’in Cadde ekindeki habere göre organizasyon faciasıymış; “Tek kişilik tuvalet sırasına dayanamayan sosyetik konuklar, lüks binanın çatısında gözden kaybolmak zorunda kaldı.”

* İbrahim Tatlıses kurban bayramının son gününde 800 kişiye konser verirken sahneye çıkardığı küçük hayranına “Vay küçük o…” deyince Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da bulunduğu salonda büyük gerginlik yaşandı.

*Kurban bayramında, Çanakkale’nin ayvacık ilçesinde ipini koparan angus cinsi dana sahiplerini peşine takarken yaklaşık 10 kilometre koştu ve 3 kilometre yüzdü. Altınoluk’ta çıktığı sahilde yakalandı.

* Sarıkamış’ta şehit olan 90 bin asker için, Kocaeli’nde belediyenin himayesinde düzenlenen anma gecesine katılanlar, törenin ilerleyen dakikalarında halay çekmeye başladılar.

* Mardin’in kurtuluşu bu yıl 91. ve sonuncu kez kutlandı. Sonuncu olmasının nedeni Mardin’in hiç düşman işgaline uğramamış olması. Yetkililer, insanların kendilerini boşlukta hissetmemesi için kutlamalara Onur Günü adıyla bundan sonra da devam edileceğini bildirdiler.

* Edirne’nin düşman işgalinden kurtuluşu kutlamalarında, resmigeçite katılan avcılar avladıkları tilki ve domuzlarla kortejdeki yerlerini aldı.

* Balıkesir’in kurtuluşunda önemli rolleri olduğu düşünülen deri imalatçılarını, bu yılki kutlamalarda garip giyimleriyle Tülütbaklar temsil etti. Resmigeçit sırasında insanları korkutmayı ihmal etmediler.

* Ankara’da bu yılbaşı içi vitrinlerini süsleyen esnafa belediye yetkililerinden uyarı geldi; “Ağaçlardaki ve yoldaki bu süsleri üç gün içinde ya siz sökersiniz, ya da gece biz toplarız.”


http://www.aksam.com.tr/turkiyenin-eglenceyle-imtihani--6250h.html

http://www.milliyet.com.tr/turkiye-nin-eglenceyle-imtihani/turkiye/sondakikaarsiv/26.12.2010/1331153/default.htm

24 Ocak 2010 Pazar

Berkun Oya

F o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r

Bana en çok ne kullandığımı

soruyorlar:
Migren hapları ve
reflü şurubu kullanıyorum


'Niyetim izleyiciyi tokatlamak' diyen tiyatronun yetenekli ve aykırı çocuğu Berkun Oya, bu kez radikal bir oyunla karşımızda. Yeni oyunu 'Bomba' yalnızca 15 dakika! Onun imza attığı, bir zamanlar fenomene dönüşen TV programı 'Defakto'yu unutmayanlara da iyi bir haber; 'Kafa' isimli yeni bir programla yakında televizyona dönüyor.


10.01.2010/ Akşam Pazar


Sahnelediği tiyatro oyunlarında kendine özgü tarzıyla dikkat çeken yazar ve yönetmen Berkun Oya, geçen sezon ilgiyle karşılanan 'Bayrak' isimli oyunun ardından bu kez 'Bomba'yla karşımızda. 'Bomba' tiyatro alışkanlıklarımıza ters düşmesi bakımından hayli radikal bir oyun ve Türkiye'de bir ilk; yalnızca 15 dakika! Bir kafede randevusunu beklerken Oya'nın aklına gelen oyun, yine bir kafede geçiyor. Sıradan insanların günlük koşuşturmaları arasında soluklandıkları kafeye bir bomba bırakılır ve bombanın patlamasıyla her şey değişir... Şimdi diyeceksiniz ki, 'İyi de 15 dakikalık bir oyunu, kim para verip izler?' Hatırlatalım, bizim gittiğimiz seans, tamamen dolu salona oynandı...

Berkun Oya, pek çok kişi tarafından CNN Türk'te yayınlanan şov programı Defakto'yla da (ve ayrıca sonrasında NTV'de yayınlanan İnfoman'la) hatırlanıyor. Üzerinden altı yıl geçmiş olmasına karşın Defakto programı televizyonculuğun tatlı sürprizlerinden biri olarak hala hafızalarda. Kendisinin söyledikleri de bu durumu onaylıyor; 'Bana en çok sorulan sorulardan biri o programı neden bıraktığım.' Oya iki seans arasında bu soruyu ve aklımıza takılan diğerlerini cevapladı.

Oyununuzu 15 dakikaya sığdırmanızla yaşamın artık daha hızlı akması, gündemin hızla değişmesi gibi durumlar arasında bağ kurulabilir mi?
Bu tür yorumların oyunla ilgili algılara katkısı olacağını düşünüyorum. Yine de oyunun 15 dakika olmasının asıl sebebi yazdığım metnin sahnelendiğinde 15 dakika sürmesi, o kadar. Yani süre tutup 15 dakika dolunca oyunu bağlayıp kalemi bırakmadım açıkçası. Ancak genel anlamda seyircinin tiyatro gösterisi izleme algısını bozmaya, bükmeye, hiç değilse çeşitlendirmeye yönelik bir hareket olarak da görülebilir bu kısa proje.

Oyununuzu bir aydır sahneliyorsunuz. Niyetiniz neydi, gerçekleşti mi?
Seyirci tepkisi şu ana kadar epey olumlu, umarım böyle devam eder. Niyetime gelince, hoş görülebilir tokatlar atmak. Bu oyunda da çoğu başka şeyde de niyetim galiba en özet haliyle bu. Yapıcı tokatlar.

BU OYUN BİR TÜR DENEY
Bu tokatlama meselesini biraz açsanız...
Siz boğulmak üzereyken birileri suya atlayıp çıkarıyor bir havuzdan, yere yatırıyorlar. Hala kendinizde değilsiniz, birinin sizi ayıltmak için suratınıza sağlam bir tokat atma işini üstlenmesi gerekiyor. O tokadı yiyorsunuz. Canınız acıyor mu, acıyor; tokadı atana hafif uyuz olur musunuz, olursunuz. Peki, uyandınız mı, uyandınız. Geçmiş olsun o zaman. İşte öyle bir tokat. Suya atlama kahramanlığı pek bana göre değil, yere yatıran birileri de çıkar mutlaka. Beni heyecanlandıran o tokadı atmak. Elim havada, baygın bedenler aramıyorum tabii ama denk gelirse de avucum kaşınmaya başlıyor galiba.

Oyununuz tiyatro alışkanlıklarımıza ters düşmesi bakımından bir deney sayılabilir mi?
Bir tür deney olduğu söylenebilir tabii. İlk oyunu oynadıktan 15 dakika sonra oyun bitti ve oyuncular için de seyirci için de bu bir ilkti. Seyirci alkışlamadan önce bir süre havada asılmış gibi bekliyor, bazı akşamlar. Oyunun finalinin de buna katkısı oluyordur muhtemelen.

Tiyatro alışkanlıklarıyla bir derdiniz mi var, bayatladı mı 'bildiğimiz' tiyatro?
Oyun izleme algısını çeşitlendirmekte her zaman fayda var, zarar yok. Tiyatro eskimiyor aslında. Bu işin tabiatı itibariyle eskimesi, hele yok olması mümkün değil. İnsan ırkı ortadan kalkıp yapay zekalı robotlar da gezse Beyoğlu'nda, tiyatro yine olur; eskiyen tiyatrocular...

Devamı gelecek mi bunların?
Evet, başka kısa oyunlar da yapacağım, eskiden yazdıklarım var, 'Bomba' tecrübesinden sonra yenilerini de yazıyorum.

Sıra dışı TV programınız 'Defakto' hala hafızamızda. Neden bıraktınız, benzerlerini çekmek aklınızdan geçiyor mu?
Televizyon benim asıl işim değil. Haliyle sadece bayramda ziyaret edilen uzak akrabalar gibi biraz benim için televizyon. Nimetleri var ama her gün yapamam. Yakın zamanda 'Kafa' adında bir müzik programı yapacağım. O heyecan verici. Ancak ne zaman başlayacağı ve hangi kanalda olacağını söylemek için henüz erken.

YASAKÇI 'ŞAŞKIN ÖCÜLER'
Oyunlarınızda ve programlarınızda beyaz dekor dikkat çekiyor. Beyaz rengi çok mu seversiniz?
Öyle sofistike, havalı bir sebebi yok bunun. Refleks, oturmuş bir alışkanlık ya da. Boş sayfa hissi veriyor galiba beyaz, kafam daha az karışıyor.

Pek çok kişide merak uyandıran bir kişisiniz. Size en çok sorulan soru nedir?
En çok 'Defakto'nun neden bittiği soruluyor. Bir de ne kullandığım. Migren hapları ve reflü şurubu kullanıyorum. 'Defakto' da bitti, çünkü bayram bitti.

Sizi oyunculuğa yakıştıran da çok ama siz tercih etmiyorsunuz, neden?
Oyunculuk iyi yapanlara bırakılması gereken bir iş, ustasından izleyince zevkli, her şey gibi.

Portecho'ya çektiğiniz klip, altı minili üstü çarşaflı kadın tepki toplayınca yayından kaldırıldı. Yeni ve aykırı işler yapan biri olarak kendinizi sınırlandırılmış hissediyor musunuz?
Klibin resmi açıklama ile kalkmasının sebebi, amacını aşan, saçma sapan ve kliple bire bir alakası olmayan sansasyonel durumlara malzeme olmak istenmemesiydi. 2010 yılında bir şeyi kaldırmak, yok etmek de pek mümkün değil zaten. Çok isteyen bulur seyreder. Youtube'u kaldırdı hükümet, ne oldu? Demin girdim ben. Tarihe şaşkın öcüler olarak geçmek kimsenin işine yaramaz.

http://www.aksam.com.tr/2010/01/10/haber/pazar/517/15_dakikalik_oyunuyla_seyircisini_tokatliyor.html

23 Ocak 2010 Cumartesi

Erdil Yaşaroğlu


Espri bulurken

asosyal, sevimsiz, sıkıntılı

ve sinirli gözükebilirim


Penguen dergisinin kurucularından, sıkı takipçilere sahip karikatürist Erdil Yaşaroğlu, en beğenilen esprilerini 'İlişkiler', 'İş Dünyası', 'Kediler' ve 'Köpekler' başlıklı dört cep kitabında topladı. Kendisiyle hikayesini ve mizaha bakışını konuştuk.

17.01.2010/ Akşam Pazar


Henüz çocukken kuzenini kıskanıp, ailesinin gözüne girmek için karikatüre başlar. İlk başarılarını karikatürlerini gönderdiği yarışmalarda kazanır. Liseyi bitirdiğindeyse Limon dergisinde köşe sahibidir artık. Espri anlayışıyla ve çizgileriyle dikkat çekmesi gecikmez; Laf Lafı Açıyor, Televizyon Çocuğu, Beyaz Show gibi televizyon programlarında çalışır. Bu arada Limon, Leman olmuştur. 2002 yılının sonlarına doğru arkadaşlarıyla birlikte, hala çalıştığı Penguen'i kurar... Günümüzün başarılı, takip edilen karikatüristlerinden Erdil Yaşaroğlu'ndan bahsediyoruz.

Özgün çizgisiyle hayat verdiği espriler yalnızca Penguen dergisinde okunmakla kalınmaz, fıkra niyetine anlatılıp, internet aleminde oradan oraya postalanır durur. Çizgilerine de esprilerine de naif bir hava hakimdir; şeytani esprileri yaparken, cehennem zebanilerini çizerken bile... Girişte bahsi geçtiği gibi, yeteneğini önemli bir birikime borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat 'garip' bir huyu da bu konuda ona yardımcı olmaktadır. Yaşaroğlu, sürekli sinemaya gittiğini ve hayatta hiçbir işine yaramayacak bilgiler edinmekten hoşlandığını söylüyor. Örneğin bir ayının kış uykusundayken ağırlığının yarısını kaybettiğini öğrenmek, onun açısından mutluluk verici. Bunun için saatlerce ansiklopedi okuduğu oluyor...

Penguen ve www.komikaze.net adresindeki esprilerinin reytingi yüksek olan Yaşaroğlu esprilerini ayrıca Komikaze kitap serisinde toplamıştı. Bugünlerdeyse 'karikatüre mesafeli duran kişilere de ulaşmak için' çizimlerini dört cep kitabında topladı. 'İlişkiler', 'İş Dünyası', 'Kediler' ve 'Köpekler' başlıklarıyla çıkan bu mini kitaplar da ilgi çekecek gibi görünüyor.

- Kıskançlık meselesiyle karikatüre başlamışsınız, sonraları da devam etmenizi sağlayan motivasyonunuz neydi?
Anaokulunda elime boyaları verdikleri anda çizmeye başladım. Karikatüre ise 9 yaşında başladım. Kuzenim Varol Yaşaroğlu, 12 yaşlarında Hürriyet'in Ege ekinde çizmeye başlamıştı. Bütün aile ona övgüler yağdırıyordu. Ben de kıskandım ve onun bir karikatürünü gece herkes uyuduktan sonra gizlice önüme koyup taklit ettim. İlk karikatürüm de odur. İşte o gece aşık oldum karikatüre ve hiç ara vermeden çizdim. Etkilendiğim çok çizer oldu ama kendimden başka kimseyle yarışmadım. Tek motivasyonum, işimi çok sevmem...

İLİŞKİLERDE BİLDİĞİN ERKEK ÇOCUĞUYUM...
- 'Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanır' teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kadınlar kendilerini güldürebilen değil de, dertsiz erkek isterler. Aslında bu erkekler için de geçerli. Herkes gülmek ister, bunda kötü bir şey yok.

- Güldürmek işe yaramıyor mu yani? Avantajlarını yaşamadınız mı?
Genelde yaptığım işi kız tavlamak için kullanmam ama kız arkadaşlarımı espriden anlayan ve gülmesini sevenler arasından seçtim hep. Karikatür çizmenin ilişkilerim üzerindeki tek avantajı empati gücümü yüksek tutması. Onun dışında bildiğin erkek çocuğuyum. Arada ilişkinin öküzü olurum yani...

- Hangi alanda espri üretmek daha çekici ya da kolaydır sizin için? Politika, ilişkiler, iş dünyası...
Bu veya başka konuların hepsi olabilir. Sadece yeni bir olay, yeni bir sahne olsun yeter. Bu daha eğlencelidir çünkü. Elektriğe yapılan zam konusunda espri bulmayı hiç sevmem. 50 senedir bu konu yapılıyor zaten. Eski konuya yeni espri bulmak büyük işkencedir... Ama bir kurnazlık yaparım çok ender de olsa. Dergi gecikmiştir, benim de son bir karikatür çizmem gerekmektedir. Vaktim hiç kalmamıştır, o zaman çöl esprisi düşünürüm. Çünkü çöl çizmesi kolay ve hızlıdır. Bir-iki çizgi çekersin tepeler olur, bir-iki nokta koyarsın kum olur...

- En çok çizmek istediğiniz esprinin, olimpiyatlarda engelli koşarken seyircileri uyutan koyunlar olduğunu duydum...
O espri lise sıralarından beri arkadaşım olan Burak Akkul'un fikriydi. Lise ikide bulduğu o espriyi çizeceğim dedim ona, hala çizemedim ama. Bir stadyum dolusu uyuyan adam çizmek düşüncesi hala korkutuyor beni. Zaten sonradan Doğan Güneş çizdi onu, rahata erdim...

ESPRİ BULMAK ZOR DEĞİL DİYEN KARİKATÜRİST İYİ DEĞİLDİR
- En beğendiğiniz espriniz hangisi?
Binlerce karikatür çizdim, kitaplarımın kapaklarına koyduklarım en komik bulduğum, beğendiklerimdir aslında. Anlat dersen anlatamam. Aslında anlatılabilir ama rezil bir şey olur, komik olmaz. Bazı esprilerim sonradan fıkra oldu. Onlardan birini anlatabilirim: Robinson Crusoe adada Cuma ile karşılaşmış... Elini uzatıp, 'Crusoe, Robinson Crusoe' demiş. Cuma da, 'Cuma, 14 Kasım Cuma' demiş...

- Espri bulmak zor mudur?
Espri bulmak benim için hiç sorun değil diyen bir karikatürist varsa, bil ki iyi bir karikatürist değildir. Espri bulurken asosyal, sevimsiz, sıkıntılı ve sinirli gözükebilirim. Ama bulduktan sonra da çok eğlenceli olurum. Zorlu bir süreçtir ama işimi çok sevdiğim için umurumda olmuyor açıkçası...

- Bunun için belli bir formülünüz var mıdır?
Hafta en az 3 gün çalışırım espri bulmak için. İlk bir-iki saatin sonunda yavaş yavaş gelmeye başlar espriler. Haftada ortalama 10-12 karikatür çizerim. Bunlar için de 30'a yakın espri bulur, sonra da en sevdiklerimi çizer, gerisini çöpe atarım.

- Penguen'de Başbakan Erdoğan'ı çizdiğiniz için hakkınızda davalar açıldı. Ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, düşünce özgürlüğü ve insan hakları konusunda önemli adımlar atmaya çalışıyor. Bebek adımlarıyla, kontrolsüz koşup arada sağa sola çarpsa da, iyi şeyler de oluyor. Başbakan ve Kültür Bakanı zamanında hakaret davası açmışlardı ama sonra pek dava gelmedi. Umarım bundan sonra da gelmez.

- Blogunuzda okuduğum kadarıyla, Rusya'daki durumun daha kötü olduğunu gözlemlemişsiniz...
Comics Festival için gitmiştim oraya. Davet ettiler, bir Penguen sergisi açtık, bir de söyleşi yaptım. İlk defa yabancılarla söyleşi yaptım. Soru-cevap kısmında ilk soruları şu oldu: 'Başbakanınızı nasıl böyle çizebiliyorsunuz? Arkanızda büyük bir mafya mı var?' Anladım ki Putin bitirmiş karikatürü. Hiçbir şekilde en ufak bir eleştiri bile yapamıyorsunuz. Dünyanın en çok satan mizah dergisi Krokodil'den geriye sahaflarda satılan birkaç dergi kalmış. Ancak suya sabuna dokunmayan karikatür kitapları yayımlanıyor.

- 'Halimize şükredelim' diyor musunuz?
Başbakanımızı Putin'le kıyaslamak haksızlık olur tabii ki. Hey, şimdi de Putin dava açmasın sakın?

http://www.aksam.com.tr/2010/01/22/haber/pazar/529/espri_bulurken_asosyal_sevimsiz__sikintili_ve_sinirli_gozukebilirim.html





Sherlock Holmes filmi...


Sherlock Holmes:

Oyunculara da

yönetmene de tam not!


Tarihin en ünlü dedektifi Sherlock Holmes'un maceraları yeniden beyazperdede. Oyunculukları, atmosferi ve temposuyla hayli eğlenceli bu yeni uyarlamayı, Türkiye'deki 'Sherlock Holmes uzmanı' Erol Üyepazarcı ile birlikte izledik.

16.01.2010/ Akşam Cumartesi

19. yüzyıl sonlarındaki Londra sokaklarının aman vermez dedektifi Sherlock Holmes, aradan geçen yüzyıla rağmen hiç eskimeyen maceralarıyla yeniden karşımızda. Üstelik bugüne kadar beyazperdeye aktarılanlar arasında, sinema eleştirmenlerinin hiç çekinmeden 'en iyilerinden biri' olarak gösterdiği uyarlamasıyla. Film, alışkın olduğumuz biçimde bir 'katil kim?' hikayesine değil; devlet, tarikat ve Sherlock Holmes üçgeninde gelişen kovalamacaya dayanıyor. Gizem de elbette eksik değil. Klasik Sherlock Holmes'lardan farklı olan bir-iki durum daha var; ünlü dedektif zekasının yanında çevikliği ve usta dövüşçülüğüyle de dikkat çekiyor. Dedektifi, alamet-i farikalarından ekose şapkasıyla görmeye alışmışken filmde fötr şapkayla karşımıza çıkıyor. Dostu Dr. Watson'un saflığı gitmiş yerine hayli becerikli bir kişilik gelmiş... Bu son görüş Erol Üyepazarcı'ya ait. Üyepazarcı, 3 bin kitaplık polisiye koleksiyonuna sahip bir meraklı. Yöneticilikle geçen iş yaşamının ardından emekli olduğunda, polisiye edebiyatı incelediği bin sayfayı aşan, 'Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes' kitabını yazmış. Filmi birlikte izledik, fikrini sorduk ve ünlü dedektif hakkında bilgiler aldık.

UZMANDAN TAM PUAN
Biz yeni yoruma mesafeli durabileceğini düşünmüştük ama Sherlock Holmes'un bütün orijinal maceralarını (ve ayrıca yazarı Sir Arthur Conan Doyle öldükten sonra ortaya çıkan pek çok sahtesini) hatmetmiş biri olarak Üyepazarcı filmden epey etkilenmiş. Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes) ve Jude Law'ın (Dr. Watson) oyunculuklarına, dönemin atmosferinin yansıtılmasına ve yönetmen Guy Ritchie'nin tempolu anlatımına tam puan veriyor. Arkasının geleceğini belli eden filmin sonraki macerasını heyecanla bekliyor.

İlk okuyan Türk, 2. Abdülhamit
Polisiye edebiyatın Türkiye'deki tarihini araştıran ve büyük bir arşive sahip Erol Üyepazarcı, dedektifin buradaki hikayesinin Osmanlı'ya kadar uzandığını söylüyor. Türkiye'deki ilk Sherlock Holmes macerası Meşrutiyet'in ilanının hemen ardından, 1908'de Faik Sabri Duran'ın çevirisiyle basılmış. Fakat burada Holmes'la ilk tanışmanın tarihi daha önceye uzanıyor.

Hikaye enteresan; Abdülhamit, güncel gelişmeleri takip etmek için bazı batılı dergilere abonedir. Bunlar arasında, Sherlock Holmes'un maceralarının tefrika edildiği The Strand Magazine de vardır. Derginin Ekim 1903 sayısında bir Hintli tarafından yazılmış, konusu Abdülhamit olan bir makale vardır. Padişah elbette merak etmiş ve çevirtmiştir. Corci isimli çevirmen makalenin yanında, padişahın Fransız polisiyelerine duyduğu merakı bildiği için, hoşuna gideceğini düşünüp 2-3 sayfa önceki İngiliz polisiyesini de çevirmiştir. Abdülhamit, zekasına hayran olduğu Holmes'un 'Boş Ev' isimli bu hikayesini çok beğenince, Londra'dan diğer maceraları da getirtir. Abdülhamit ayrıca, yazar Arthur Conan Doyle İstanbul'u ziyaret ettiği sırada kendisine ikinci rütbeden bir Mecidiye Nişanı verir.

İngiliz yazar Francis Yeats Brown'un İstanbul'u anlattığı 'Altın Boynuz' kitabında, 31 Mart Olayı'nın ardından gelen bunalımlı günlerde Hareket Ordusu Yıldız Sarayı'nın etrafını çevirdiğinde, Abdülhamit'in 'Partington Planları' adlı Holmes macerasını okuduğu yazar.

Yoksa ünlü dedektif gay mi?
Yeni filminin gelmesiyle yabancısı olmadığımız bir tartışmaya da malzeme oldu Sherlock Holmes; 'yoksa gay mi' tartışmasına... Erol Üyepazarcı bu tartışmanın daha önce de yaşandığını söylüyor. Billy Wilder'in 1978'de 'Sherlock Holes'un Özel Yaşamı' kitabından aynı adla sinemaya uyarladığı yapımda da ünlü dedektif hakkında gay'lik imalarında bulunulmuş ve bu durum tartışma yaratmış. Aslında dedektifin gay'liği mevzusu Guy Ritchie'nin yeni filminde özellikle vurgulanan bir durum değil. Sadece bir-iki sahnede, (örneğin Sherlock Holmes'un dostu Dr. Watson'un evlilik çabalarını sabote etmeye çalıştığı sırada), böyle bir soru akla takılabilir. O da eğer Robert Downey Jr.'ın basın açıklamasından çıkan tartışmalar aklınızdaysa... Robert Downey Jr. Amerika'nın reytingi yüksek TV şovlarından birinde, canlandırdığı Sherlock Holmes'un aslında gay olduğunu, Dr. Watson'un evliliğini de ilişkilerinin bir kılıfı olarak gördüğünü açıklamıştı.

Üyepazarcı'ya göreyse ne film ne de orijinal Sherlock Holmes maceraları böyle bir sonuç için ipucu veriyor. Holmes'un aseksüel biri olduğunu söylüyor Üyepazarcı. Conan Doyle'un yazdığı dört roman ve 56 uzun hikayede kadınlarla ilişkisine yer verilmemiş. Onu etkileyen sadece bir kadın var; Irene Adler. 'Bohemya'da bir Skandal'da yer alıyor ve zekasıyla Holmes'u etkiliyor. Dedektifin her zaman karmakarışık masası üzerinde çerçeveli resmini kaldırmadığı bir kişi Adler. O derece etkilenmiş anlayacağınız. Holmes'un hayatındaki bu tek kadın karakterin yeni filmde de kendisine yer bulduğunu söyleyelim.

Gerçek bir karakter gibi
Sir Arthur Conan Doyle'un ilk macerasını 1887'de bir dergide yayınladığı Sherlock Holmes, yarattığı büyük efsaneyle gerçek bir kişiliğe dönüşmüş gibidir. Dört roman ve 56 uzun orijinal hikayenin yanı sıra yüzlerce sahtesi yazılmıştır. Dünya üzerinde bugün yaklaşık 300 civarında Sherlock Holmes derneği bulunduğunu söylüyor Üyepazarcı. Bu dernekler konferanslar yapıyor ve aylık bir dergi çıkarıyorlar. 'Holmes, hakkında ansiklopedi çıkarılan tek sanal kişidir' diyor Üyepazarcı ve dedektifin 2002'de İngiltere'deki Kraliyet Kimya Enstitüsü'ne, cinayetleri çözmekteki başarılı yöntemlerinden dolayı üye yapıldığını söylüyor.

http://www.aksam.com.tr/2010/01/18/haber/cumartesi/571/oyunculara_da_yonetmene_de_tam_not_.html

Yılmaz Vural...


İmaj tazeliyorum!

Küme düşeceğine kesin gözüyle bakılan Kasımpaşaspor'un başına geçen ve son iki haftada büyük takımlara karşı ezici galibiyetler alarak sükse yapan Yılmaz Vural 'imaj tazeliyorum' diyor. 30 yılı aşkın teknik direktörlük kariyerinin en önemli hatalarından birinin, 'hatırlı kişiler'le ilişki kuramamak olduğunu düşünüyor. Heyecanını, sevincini, üzüntüsünü saha kenarında yaptığı 'ilginç' hareketlerle yansıtmasını hafiflik olarak algılayanlara ise 'Maradona'nın benden neyi eksik' diye soruyor...


06.12.2009/ Akşam Pazar


Yılmaz Vural, 30 yılı aşkın bir süredir takım çalıştırıyor. Henüz 1970'li yıllarda, okumakla, adam olmakla futbolun bir arada düşünülmediği zamanlarda antrenör olmak için Almanya'da eğitim almış. 1986'dan beridir bugünkü adıyla Turkcell Süper Lig'de. Aradan geçen 25 yılda Türkiye'nin farklı köşelerinde 20 civarında takımı çalıştırmış.

Biz daha çok sıcakkanlı kişiliğiyle; coşkusunu da, hırsını da, kızgınlığını da uçlarda yaşayan ve göstermekten kaçınmayan biri olarak tanıdık onu. Kimi zaman futbolcusunu kucaklarken, kimi zaman 'posta koyarken' izledik. Onun farkı, çoğu kişi için saha kenarındaki 'renkli' hareketleriydi. Hala 'renkli' biri ama artık biraz da temkinli; 'acaba bir yerlerde yanlış mı yaptık, daha mı ağır 'takılmalıydık', fazla mı malzeme verdik' gibi düşünceler aklında birbirini izliyor.

İki haftadır medyada yeni bir teknik direktör keşfedilmiş gibi ondan bahsediliyor. Nedenini biliyorsunuz; takımı Kasımpaşaspor daha bir ay öncesine kadar küme düşmesine kesin gözüyle bakılan bir takımken onun gelmesiyle canlandı ve önce Trabzonspor'u, ardından Fenerbahçe'yi ezici bir oyunla yenip sükse yaptı. İspanyol televizyonunda bile kendisinden övgüyle söz edildi. Bu renkli kişiliği, Yılmaz Vural'ı takımının kampında ziyaret ettik. Bizden önce gelenler vardı; bir aile liseyi birinci sınıftan terk edip futbolcu olmak isteyen çocuklarını Vural'ın yanına getirmiş, hem kulübe yazdırmasını hem de liseye devam etmesi için genci ikna etmesini istiyordu. Gencin somurtuk yüzü bir tek futbol kelimesini duyunca gülümsüyordu ama Vural yaklaşık yarım saatlik bir uğraşla kendisinden okuluna devam edeceği sözünü aldı, 'yoksa futbol da olmaz' diyerek...

15 YILDIR NUMARAM AYNI, HER YERDEN ARARLAR
- Size böyle aileler, gençler çok gelir mi?
Oluyor tabii böyle şeyler. Türkiye'nin her yerinde çalışmış biriyim ve insanlarla hep sıcak bir ilişki kurdum. 1994'te galiba cep telefonu çıktı, o gün bugündür numaram değişmedi. Başka şehirlerden de ararlar, İstanbul'dan da. Babam Göztepe'de oturuyor, oradaki esnafa telefonumu dağıtmış, maçlardan sonra arayıp tebrik ederler sürekli. Her yerde böyle ilişki kurunca yanıma gelmekten de kaçınmıyorlar, ben de gelenlerle kendim ilgilenirim.

- İki haftadır aldığınız galibiyetlerden dolayı sürekli haberlerdesiniz, memnun musunuz?
26 yaşımdan beri antrenörlük yapıyorum, birinci ligde 20 civarında takım çalıştırdım. Bir istatistik çıkarmışlar, çalıştırdığım takımlarla oynadığım Fenerbahçe maçlarında galibiyet üstünlüğüm varmış. Dolayısıyla bu tür galibiyetler normal, ben alışkınım ama medya biraz da malzeme gerektiği için çok büyük başarıymış gibi yansıtıyor. Rahatsız oluyorum aslında bu durumdan biraz, ayaklarını yerden kesiyorlar hem senin hem oyuncuların, sonra yere sağlam basamıyorsun. İki beraberlik alınca da yerin dibine sokabiliyorlar, dengesizlik var maalesef. Türk insanının özelliği bu.

İŞİN TEK SIRRI ÇALIŞMAK
- Tedirgin oluyor musunuz peki 'iki hafta sonra yenilirsem' diye?
Sürekli çıkış halinde olamazsınız, elbette bir yerde duracak, inişe geçeceksiniz. O zaman ne diyecekler diye bir tedirginlik yaşanması normal bu ortamda.

- Takımınıza geldiğinizde küme düşeceğiniz kesin görünüyordu, çıkışı nasıl yakaladınız?
İşin tek bir sırrı vardır o da çalışmak. Kabiliyetli olabilirsin ama çalışmazsan anlamı yok futbolda. Modası geçmiş yöntemlerle çalışmakla da olmuyor. Burada 20 kişi top oynasın diye arkasında 200 kişi çalışıyor. Oluşturacağınız ekip çok önemli.

- Kazandıkça hedef büyür mü?
Ben öyle şeylere karşıyım, kümede kalmak için yola çıkmış bir takım iki maç kazanınca hedeflerini büyütmez. Hedefler maçtan maça değişmez. Ligde kalma puanını aldıktan sonra diğer maçları kazanıp tırmanmayı düşünürsün tabii ama Türkiye'de ligde kalma puanı 39 civarındadır, daha almamız gereken çok puan var bunun için. Şimdi 'bu takım küme düşmez' imajı oturdu, bu güzel bir şey.

- Oyun anlayışınız nasıldır, göze hoş görünen oyun mu istersiniz yoksa galibiyet yeterli midir?
Futbol çok sosyal bir olay, sanattan farklı değil. Tiyatroya, sinemaya giden de, futbol izleyen de güzel bir şey görmek ister. Ben dünyada savunma futbolundan keyif alanı görmedim. Güzel bir oyun izletmek lazım. 1-0 kazanacağıma 5-4 kazanmayı tercih ederim. Kasımpaşa zaten ligin çok gol atan takımları arasına girmiştir artık.

- Türkiye'de böyle futbol seyircisi var mı gerçekten?
Var tabii neden olmasın? Kendimi örnek vereyim; Beylerbeyi biriyle oynuyor gidip izliyorum. Arkadaşlarım da buraya gelip izliyorlar, Adnan Şenses de geliyor mesela Mehmet Ali Erbil de. Nasıl sinemaya gidiyorsun, stat da hemen burada, iki saat otur maçı izle sonra işine dön tekrar. Güzel oyuna ve seyirciye inanıyorum ben. Fakat tabii puan, galibiyet önemsiz demek değildir bu. Yoksa Antalya'da yaşadığımız gibi keyif vere vere oynarsın, sonra da ligden düşersin. Ama en azından orada oynadığımız altı maçı hala hatırlıyor insanlar, 'Beşiktaş maçında da şöyle güzel oynamıştık' gibi...

ANTALYASPOR LİGDEN DÜŞÜNCE 2 YIL KENDİME GELEMEDİM
- Antalyaspor'u ikinci ligden birinci lige çıkarmış, sonra tekrar düşmüştünüz. En büyük başarısızlığınız bu muydu?
Hala orada benim takımı bırakmama üzülenler var. O küme düşmüş takımın üç oyuncusu A Milli Takım'a gitti. Bir yıl önce amatör kümeden aldığımız futbolcular Fenerbahçe'ye, Galatasaray'a transfer oldular. Oyuncu satarak 5 trilyon kazanan kulüp, borçlarını eritti. Takımda İngiltere'deki menajerlik sistemi gibi bir yönetim anlayışı oturtturduk. Ama takım küme düştü, tek kriterin buysa, evet başarısız oldum. Takım 39 puanla küme düşmüştü, Türkiye tarihinde o puanla düşen üçüncü takımız. Ligin bitimine yedi hafta varken 37 puandaydık, belki de birileri kasıtlı olarak tıkadı yolumuzu. O çalışmanın sonucu, küme düşmek olmamalıydı.

- Çok etkilendiniz galiba o olaydan, futbolu bırakmayı düşündünüz mü?
Bu işin keyfi çok başka, yoktan var etmek gibi bir şey, bunun hazzını yaşadınız mı bırakamazsınız. Fakat o küme düşme olayında çok üzüldüm. İki sene onun psikolojik yıkımından kurtulamadım. Antalyaspor'un düşmesi bana çok irtifa kaybettirdi. Ondan sonra Manisa'da, Kocaeli'nde de çalıştım biraz ama maalesef onlar da küme düştü benden sonra. Keşke çalışmasaydım diye pişman oldum. Hayatımda o kadar çok darbe yememiştim. Şimdi oralardaki başarısızlıkları açıklamak durumunda değilim, o camiaları küçültürüz sonra, kol kırılır yen içinde kalır derler ya, onun da acısını biz çekiyoruz işte, yoksa suçlusu biz değiliz. Koca camialar zarar görmesin diye kendimizi feda ettiğimiz yerler az değildir. Şimdi çok şükür imaj tazeliyorum yine.

- Futbolcularınızla aranız nasıldır, rahat mısınızdır saha dışındaki gibi?
Benden çok çekinirler, dışarıdaki gibi değilimdir. Normal hayattaki kişiliğinizi işinize taşımanız gerekmiyor zaten, ayrı şeyler. Kişiliğimdeki acıma duygusu işte yoktur, orada adaletli olmak lazım. 1 milyon lira para kazanıyor adam, o adam normal biri değildir ki artık, bir iştir, ona göre davranırım. Böyle bir gaddarlığım vardır, hiç acımam. Yeri gelmiş tokat da atmışım, kucaklamışımdır da. Eleştiriliyorum bazen ama bu benim tarzım.

- Çok konuşulur, 'hoca devre arasında soyunma odasında futbolculara şunları şunları dedi, ikinci yarıda takım canavar gibi oldu' gibi... Siz oyuncularınız nasıl motive edersiniz?
Bunlar kelimelerle anlatılmaz ki. Ama tabii şunu söyleyebilirim, oyuncular artık eskisi gibi vatan millet Sakarya edebiyatıyla motive olmuyorlar. Kişisel özelliklerine hitap etmek gerekiyor. Günün şartlarına, psikolojisine göre onun iç dünyasına hitap edecek, enerjisini çıkaracak motivasyonu buluyorsun sen.

LOBİ FAALİYETİNİ BECEREMEDİM
- Fenerbahçe'yi çalıştırmayı istediğinizi okuyoruz gazetelerde, Fenerbahçeli misiniz? Büyük takım çalıştırmak ne kadar önemlidir?
Profesyonel hocanın takım tutma hakkı yok ama çocukluğumu sorarsan Sakaryaspor'u tutuyordum, orada doğup büyüdüm, top oynadım. Büyük takımı çalıştırmayı herkes ister, neden istemeyeyim? Şampiyon olma ihtimaliniz yüzde 33'tür. Uluslararası turnuvalarda oynuyorsunuz. Bizde hep tartışılır, 'sizin böyle bir deneyiminiz yok' diye, şans vermezseniz deneyim olur mu?

- Neden size büyük takımlarda şans vermiyorlar, kulisler etkili oluyor mu?
Evet, bir de o boyutu var. İşi bilmeniz yeterli olmuyor. Bir yerlere tek başına gelemiyorsun, başkaları getiriyor. Burada eksikliğim oldu, çevre edinme konusunda. Bu tür insanlarla ilişki kurmayı, lobi faaliyeti yapmayı beceremedim, bunu itiraf edebilirim. Kendim için bir şey istemek hep zorlandığım bir konu olmuştur.

- Vaktiyle Şenes Erzik Milli Takım'ın başına Sepp Piontek'i getirdiğinde sizi yardımcısı yapmak istemiş ama siz kabul etmemişsiniz...
O zamanlar çok gençtim, 1989'du, 36 yaşındaydım. Yabancı hocanın yanında çalışmak karşı olduğum bir şeydi, prensipli davranıp kabul etmedim o yüzden. Yoksa hakkımda çok konuşurlardı; 'hep böyle dedin, gittin yabancıyla çalıştın' diye. Bundan da korktum doğrusu. Bilmiyorum kaç kişi reddederdi böyle bir teklifi?

YOBAZ DEĞİLİM, DÜNYANIN HER YERİNİ GEZDİM
- Neden karşısınız yabancı hocaya?
Yanlış anlama, çok yobaz anlayışta biri değilim. Dünyanın bütün kıtalarını gezdim mesela merak ettiğim için. Yabancı hocaya karşı olmamın nedeni kültürel farklılıklar, iletişim meselesi. Buradaki bir gençle ilgilenecek birinin onun her şeyini, yaşam tarzını, duygusal yönünü, sosyal sınıfının problemlerini bilmesi lazım. Yabancı hocayla bu olmuyor. Yoksa Hiddink de geldi Aragones de, bir yılda gitti hepsi. Tek kelime Türkçe öğrenmediler, burayı tanımak için çaba da harcamadılar.

- Üç büyükleri nasıl buluyorsunuz, şampiyonluk adayınız kim?
Bana başka takımı sormayın.

- Milli takımı sorsak; istikrar sorunu var, eksik şeyler mi yapılıyor?
Türkiye'de istatistikler diyor ki 7-18 yaş grubundan 18 milyon çocuk okula gidiyormuş. 18 milyonluk kaç ülke var Avrupa'da? Buradan sanatçı, futbolcu her şey çıkar. Çıkmıyorsa demek ki bu kalabalığı organize edemiyoruz. O zaman yöneticilerin suçudur, teknik adamın değil. Bana hangi potansiyelden seçme hakkı veriyorsun ki? Ülkedeki 400 futbolcudan seç diyorsun, rakiplerim 2 milyon kişiden seçiyor. Teknik-taktik eksikliğinden değil yani bu işler. Türkiye'de gençlerin eğitilmesinden milletin ödü kopuyor, eğitilince ne olacaksa artık?

TESADÜFEN TEKNİK DİREKTÖR
- Çok genç yaşta antrenörlüğe adım atmışsınız, bu fikir nereden çıktı o yaşta?
Tekirdağspor'da oynuyordum, 21 yaşındayken ayağım sakatlandı. Üniversite sınavlarına girmiştim o yıl. Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi'ne puanım tuttu, 'şu gün gel' dediler. Gittim ama 'yarım puanla kaçırmışsın kaydını yapamayız' dediler bu sefer de. O ara sakallı bir çocuk girdi odaya, 'hocam benim çıkışımı verir misiniz, ben spor akademisine gireceğim' dedi. Kulak kabartıp sorunca okulun 19 Mayıs Stadyumu'nun içinde olduğunu, puanımın da yettiğini öğrendim. Hemen bir taksiye binip gittim, mesai saati bitmek üzereydi, dediler ki 'kayıtlar bugün son, mesai de bitti.' Israr edip bütün şansımı zorladım, 54 doğumluları alıyorlarmış, ben 53 doğumlu olduğum için alamazlarmış. Odalar arasında öyle koşuştururken tanıdık birini gördüm şansıma, hemen kaydetti o da beni. 3 bin 500 kişi sınava girdik tekrar, 13. oldum. Tesadüf yani biraz. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk büyük bir törenle 19 Mayıs Stadı'nın temeli atmıştı. Stat 19 Mayıs'ta yarım vaziyette açıldığında biz de geçit töreni yapmıştık. 'İşte bunlar ülkenin sporunu kurtaracak adaylar' diye bizi gösterip bağırıyordu biri hoparlörden. O dönemde bizden spor adamı çok az çıktı. Hepsi çaycı, şoför oldu. Ama benim aklıma orada girmişti.

DUYGULARINI KONTROL EDEMEYEN BİRİ GİBİ GÖRÜNÜYORUM
- Sevincinizi de, üzüntünüzü de, kızgınlığınızı da 'uçlarda' yaşıyor gibi görünüyorsunuz. Mesela saha kenarındaki hareketlerinizden özel klip yapılıyor futbol programlarında. Rahatsız oluyor musunuz böyle gündeme gelmekten?
Benim belki daha medyatik bir tarafım var, vücut dilim insanların hoşuna gidiyor, kimisi yapsa da yakışmaz belki. Ekrana daha sıcağım belki, bir şeyler buluyor ki medya çekiyor, yoksa kocaman bir kamerayı 90 dakika boyunca kimseye vermezler. Bizde işin teatral bir boyutu var. Şovmen diyenler oluyor ama şovmen değilim tabii. Yine de 'acaba malzeme vermesem daha mı iyi, yanlış mı yapıyorum' diye düşünüyorum. Sakıncalı oluyor biraz tabii.

- Neden sakıncalı buluyorsunuz?
Hafiflik olarak algılanıyor. Duygularını kontrol edemeyen biri gibi görünüyorum. Fatih Altaylı vaktiyle Galatasaray'da yöneticiyken beni teklif etmiş. Başkan Özhan Canaydın da 'antrenörlüğüne bir şey demem ama hafif kalır, bizim camia böyle davranışları kaldırmaz' demiş. Fatih Altaylı bunu yazdı böyle, bana 'hocam tavsiyem ağır ol molla sansınlar' dedi. Yani Chelsea'den gelip benim gibi davransa, 'Aa, ne kadar sempatik hoca' derler. Fatih Terim ya da Maradona abartılı hareketler yaptığında onlar hafif mi oluyor şimdi? Benden aşağı kalır yanı var mı Maradona'nın? Ben bohem insanımdır, yaşamı doyasıya yaşarım, kafama göre davranırım, toplum böyle yap dedi diye yapmam ama bu Türkiye'de bir hata, dışlıyorlar insanı. Dolayısıyla bir teknik adam olarak acaba yapmasaydım diye düşünüyorum, bir yerlere gelemiyorsun çünkü. Burada benim de kabahatim var galiba.

http://www.aksam.com.tr/2009/12/07/haber/pazar/468/imaj_tazeliyorum_.html

istanbul'un çirkin gerçekleri


Süzer Plaza (Gökkafes), Dolmabahçe - TRT binası, Tepebaşı

Sütlüce Kongre Merkezi, Haliç - Karaköy Eminönü iskelesi, Kadıköy

İstanbul'un çirkin gerçekleri

Her yanından mantar hızıyla yükselen yapılar İstanbul'un çehresini değiştiriyor. Hiç de azımsanamayacak bir kısmının dünyanın bu güzide şehrine yeni güzellikler kattığını söyleyemeyiz elbette. Peki, 'işi bilenler' ne düşünüyor? Türkiye'nin önde gelen mimarlarına, kendileri açısından İstanbul'daki en çirkin, sevimsiz, çevresiyle uyumsuz beş binayı sorduk.

15.11.2009/Akşam Pazar

Önümüzdeki yıl Avrupa'nın kültür başkentliğini üstlenecek İstanbul'un son yıllarda yaşadığı en büyük değişimin, her yanından yükselen binalar olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Krize rağmen yavaşlamayan, bulduğu her boş alanda kendisini gösteren bir değişim...

Amerikan merkezli popüler seyahat dergisi 'Travel and Leisure', son sayısında önde gelen mimarların fikrini alarak dünyadaki en çirkin 10 yapıyı derlemişti. Biz de İstanbul'daki bu çarpık yapılaşma içinde çevremizi saran sevimsiz, çirkin ve uyumsuz binaları işi bilenlere soralım dedik. Türkiye'nin önde gelen mimarlarından, yelpazeyi geniş tutarak kendilerinin en çirkin bulduğu beş yapıyı listelemelerini istedik.

Mimarlar Odası eski Başkanı, mimari tartışmalarda ismini sıkça duyduğumuz Oktay Ekinci konuyu açtığımızda, 'bu konu için aslında gazetenizin sayfaları yetmez' dedi ve mimarlığın bir bakıma çevreyle uyum kurma sanatı olduğunu söyleyerek, 'çirkin' değil de 'uyumsuz' bulduğu beş binayı sıraladı.

Önceki yıl Avrupa'da 40 yaşın altındaki en iyi 40 mimarından biri seçilen Melkan Tabanlıoğlu, İstanbul 2010 Kentsel Uygulamalar Direktörü görevini de üstlenen Korhan Gümüş ve yine Türkiye'nin önemli mimarlarından Nevzat Sayın beş yapıyla yetinemeyenlerdendi. Tabanlıoğlu Beşiktaş'taki Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi Anıtını listesine fazladan eklerken, Gümüş her yerde mantar hızıyla biten TOKİ konutlarını, Sayın da Acıbadem'deki Türk Telekom binasını, Üsküdar Evlendirme Dairesi'ni, Yenibosna'daki Kuyumcu Kent'i ve İstanbul Park yarış pistini beş yapıya ek olarak gösterdi. Sayın'ın listesini hazırlarken isimleri mimarlık ofisindeki çalışanlarla birlikte belirlemesi, onun listesinin kabarık olmasının da nedeni gibi görünüyor.
Murat Germen, İstanbul'un durumunun vahim olduğunu söyleyerek tek tek isim vermektense, beğenmediği yapı tiplerini kategorilere ayırmayı tercih etti. Listesini kamu yapılarından oluşturan Korhan Gümüş, konu ve beğenmeme kriterleri hakkında başlı başına bir haber konusu olabilecek uzunlukta açıklama yaptı, fakat yerimizin darlığı nedeniyle burada gösteremedik.
Özellikle yerel seçim dönemlerinde adını İstanbul Belediye Başkanlığı adaylıklarında duyduğumuz, İstanbul için ürettiği projelerle gündeme gelen Ahmet Vefik Alp 'galiba gözlerimiz çirkinliğe alışıyor' dedi. Murat Germen'in, 'Maslak-Levent-Kavacık'taki gökdelenlerin çoğu' ifadesiyle İstanbul'un bu yeni 'vitrinini' listesine alması ve Sinan Genim'in son yıllarda 'korunsun-yenilensin-yıkılsın' tartışmalarına konu olan Atatürk Kültür Merkezi'ni beş isim arasında sayması, listelerin dikkat çekici iki yanı. İhsan Bilgin'in sakil yapılaşmanın zirvesi olarak değindiği Tepebaşı'ndaki TRT binası ve Dolmabahçe'de Gökkafes adıyla bilinen Süzer Plaza, listenin en 'çirkinleri' arasında öne çıktı. Eminiz sizin de bu listeye ekleyeceğiniz epey bir yapı vardır...

MELKAN TABANLIOĞLU
1) İstanbul Otogar-Esenler
Kente karamsar bir hoş geldini garantiliyor!
2) Flash TV binası-Tepebaşı
İstanbul'un en doğru canlanan bölgesi Pera'da, ne olmaması gerektiğine dair 'kitsch' numunesi olarak bu bölgeyi muhtemel yanlış renovasyonlara karşı koruyordur umarım.
3) TRT binası-Tepebaşı
Ne yazık ki rengarenk çerçevelenmiş cephesi ile görmeden geçemeyeceğiniz bir cam bina!
4) Park Otel-Gümüşsuyu
İstanbul silüetini bozma hakkının, arsızlığın, yanlışı kolay kolay yıkamamanın simgesi.
5) Süzer Plaza-Dolmabahçe
Türkiye'de siyaset-mimarlık ilişkisini gözümüze sokan yapı.

İHSAN BİLGİN
1) TRT binası-Tepebaşı
Bulunduğu yere en sakil biçimde konumlanmış formel yapılaşma örneğinin zirvesi.
2) Euro Plaza Otel-Tepebaşı
Mimar Ricardo Bofill'in icadı olan antik kolonları irileştirerek ve camla kaplayarak
cephe kompozisyonu yapmanın İstanbul'daki teklifsiz örneği...
3) Sözbir Otel-Üsküdar
Yap-satçı mekanizmalarla oluşmuş bir dokunun anonimliği içinde, yine o anonimliği taşımasına rağmen, hesapsız bir ölçek farklılaşmasının gözü nasıl acıtır hale geleceğinin tipik bir örneği...
4) Yusuf Ziya Paşa Köşkü (Perili Köşk)- Rumelihisarı
Orijinal bina atipik ve istisnai idi; hayal gücünü kışkırtan, sihirli, realitenin sınırlarını zorlayan bir etki yayıyordu. Yerine yapılan bina, onu yinelediğini zannederken bütün büyüsünü ve sihrini buharlaştırıp, geride irilikten ibaret bir enkaz bıraktı.
5) Conrad Oteli-Beşiktaş
Yine bir acelecilik, hesapsız irilik ve etrafta ne olup bittiğine bakmadan konumlanma örneği.

OKTAY EKİNCİ
1) Tarabya Oteli
Boğaziçi'ndeki tüm çevre, silüet, peyzaj ve doku koruma hukukuna aykırı olarak, vaktiyle devletin kendi kendine sağladığı olağanüstü ayrıcalıkla inşa edilen bina, aynı hata nedeniyle ve Boğaz için en olumsuz, en kötü örnek olarak, özelleştirme yerine yıkılmalıydı.
2) Cevahir Alışveriş Merkezi-Şişli
Adeta bir 'ticaret hangarı' izlenimini veren bina için, kenti ve çevreyi umursamayan, tasarımdaki kamusal sorumlulukları unutmuş 'çıkarcı mimari'nin örneği denebilir.
3) Süzer Plaza-Dolmabahçe
Çevresindeki doğal ve kültürel değerler ile kentin çok özel peyzaj noktasında, sonradan görme 'zenginlik gösterisi' izlenimini veren uygunsuz kütlesi ve azman büyüklüğüyle, hemen tüm mimarlık ve şehircilik ölçütlerini çiğnemektedir.
4) ABD Başkonsolosluğu-İstinye
Boğaziçi'nde gözetilmesi gereken doğal topografya ile uyum ve geleneksel dokuyla bütünleşme kurallarını hiçe sayan yapı, deyim yerindeyse mimarinin 'güç gösterisi'ne dönüşmesine örnektir.
5) Corner Otel-Moda
Moda silüetinde yarattığı olağanüstü uygunsuzluğun yanı sıra, bulunduğu yerdeki olağan imar koşullarını fazlasıyla zorlayan duruşuyla mimaride 'şımarıklığın simgesi'ne dönüşmüştür.

MURAT GERMEN
1) Maslak, Levent ve Kavacık'taki gökdelenlerin çoğu
Genellikle yurtdışındaki bazı gökdelenlerin daha küçük ve ucuz kopyaları yapılıyor, cesur tasarımlar yapılmıyor.
2) Yapıları kente bağlayan dış mekan düzenlemeleri
Binalara büyük paralar yatıran kesim aynı özeni dış mekan düzenlemesinde göstermiyor.
3) Genel konut mimarisi
Gerektiği kadar bütçe ayrılmadığı veya para olsa da rant hırsından dolayı estetiğe özen gösterilmediği için.
4) Devlet daireleri yapıları
Bu yapıları mimarlar yapıyorsa çok yazık, mimarlık okullarında bu tür yapılara ilişkin tipolojik çalışmalar yapılmalı, çağdaş mimarinin izlerini taşıyan birçok farklı tip geliştirilmeli ve devlete tasarımda destek olunmalı.
5) Devlet okulları yapıları
Bir öncekiyle aynı şeyleri söyleyeceğim; bu yapıları mimarlar yapıyorsa çok yazık...

KORHAN GÜMÜŞ
1) İstanbul Büyükşehir Belediye Sarayı-Saraçhane
Bugünkü bina yarışma sonucu elde edilmiş, döneminin iyi örneklerinden biri. Bu zarif binanın içine öyle berbat bir dekorasyon yapıldı ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin güzel binası artık bir kasabadaki hükümet konağına benzedi.
2) Sütlüce Kültür Merkezi-Haliç
Eski mezbaha binası restore edilerek, yanına çok amaçlı salon yapılarak İstanbul'a ve bölgeye hizmet verebilirdi. Oysa şimdi yapılan mimarsız inşaat dünyanın en rüküş, en pahalı kültür merkezi oldu.
3) Yeni Galata Köprüsü ve Karaköy-Eminönü Meydanları
Hiç şüphesiz köprü mühendisleri tramvay hattının eğimini köprüyü tasarladıklarında bilmiyorlardı. Köprünün altından geçen motorlar gereksiz 90 metre açıklığa rağmen ortadaki bölümü kullanmak zorunda kalıyorlar çünkü tavanları köprüye sürtüyor. Oysa eski köprü bile bu deniz araçları için daha bonkördü. Açıklık hem daha yüksekti hem de her gece açılarak koskocaman gemilere bile yol veriyordu.
4) Lütfi Kırdar Kongre Merkezi-Elmadağ
Bina konforu arttığı için olsa gerek, kimse yapının mimarlığını konuşmuyor. Kentin tek çok amaçlı salonu, granitler kaplanarak bir inşaat malzemeleri sergisine dönüştü.
5) Yeni yapılan vapur iskeleleri ve metro istasyonları
Büyükşehir Belediyesi kendince bir Osmanlı tarzı tutturmuş gidiyor. Kendi özel mekanımız, evimiz, ofisimiz için bunu yapabiliriz, ama halk adına, 'halk bundan hoşlanıyor' diyerek popülizmin arkasına kendi zevkinizi dayatamazsınız.

AHMET VEFİK ALP:
1) Süzer Plaza-Dolmabahçe
Tarihi Taşkışla'nın önünde, Dolmabahçe Sarayı ve Camii'nin arkasında, kesinlikle park ve yeşil alan olarak kalması gereken bir konumda bu oransız yapı İstanbul'a adeta hançer vuruyor.
2) Corner Otel-Moda
Çevreyi ezen yoğun bir kitlesi var. Kadıköy sahilinin bu kesimindeki doku ve ölçeğe kökten ters düşüyor. Siyah rengi olumsuzluğu iyice vurguluyor.
3) Göksu Evleri-Anadoluhisarı
Boğaziçi'nin Anadolu yakasında bir görsel trajedi. Bu yoğun apartman yerleşkesi Anadolu Hisarı'nın yeşil görsel zeminini beton yığınına dönüştürdü. Bu alan kısıtlı imar hakkı verilen Boğaziçi Ön Görünüm Şeridi'nde yer almalıydı, çünkü Boğaz estetiğini doğrudan etkiliyor.
4) Şişli Adalet Sarayı-Çağlayan
Avrupa'nın en büyük adalet sarayı olarak tanıtılıyor. Üç tarafı yollarla çevrili bu üçgen alan, yoğun yapılaşmış bu bölgenin nefes alacağı ve muhtemel bir depremde toplanacağı Kent Parkı olmalıydı.
5) Çamlıca TV Antenleri ve Boğaziçi Yüksek Gerilim Pilonları
İstanbul Büyükşehir Belediyesi yıllardır uğraşır durur ancak bir türlü o antenleri tek bir kuleye toplayamaz nedense. Barselona'ya gidip oradaki TV Kulesi'ni görmelerini isterdim.

NEVZAT SAYIN:
1) Süzer Plaza-Dolmabahçe
2) TRT binası-Tepebaşı
3) Sütlüce Kültür Merkezi-Haliç
4) Karaköy-Eminönü vapur iskelesi-Kadıköy
5) Perpa-Okmeydanı

SİNAN GENİM
1) Süzer Plaza-Dolmabahçe
Bence İstanbul'un en kötü ve çirkin binasıdır; İstanbul'un ortasına çakılmış bir kazık gibi duruyor.
2) Odakule ve Etap Marmara Oteli-Beyoğlu
Beyoğlu Yarımadası'nda şehrin siluetini etkileyen, Sultanahmet Camii ile Ayasofya'nın minareleri arasından çok kötü bir görüntü veren, Galata Kulesi'nin şehir üzerindeki etkisini azaltan bu yapılar en kısa sürede ortadan kaldırılmalıdır.
3) İsmailağa Kuran Kursu-Fatih
Şehrin Haliç görünümünde etkin siluetin üzerinde saygısızca yükselen bu yapının da bir an önce kaldırılması gerekir.
4) Inter Continental Oteli-Taksim
İstanbul'un ilk yüksek yapısı olan bu yapı, bir başlangıç olmuş ve peşi sıra hızla yapılan yüksek yapıların öncüsü olmuştur. Bu yüzden günahı büyüktür.
5) Atatürk Kültür Merkezi-Taksim
1940'lı yıllarda Nazi Mimarisi'nin etkisiyle projelendirilen, tüm mimari düzenlemelere karşın hala insanı yok sayan, ağırlığı ve monumental kütlesi ile insanı ezen ve Etap Marmara Oteli ile birlikte Taksim Meydanı'nı daraltan bir yapıdır.

http://www.aksam.com.tr/2009/11/19/haber/pazar/437/istanbul_un_cirkin_gercekleri_.html


Altın Portakal'lı belgesel Amerikan hapishanelerinde!

Melis Birder belgeselinin kahramanlarından biriyle.

Altın Portakal

ödüllü belgesel

Amerikan hapishanelerinde

vizyonda!

Macera arayışıyla gittiği New York'ta mahkum yakınlarının belgeselini çeken Melis Birder, Altın Portakal kazanan filmini şu sıralarda Amerikan hapishanelerinde göstermek için çalışıyor. Hapishanede yatan eşini ziyarete giderken bu filmi çekmeye karar veren Birder, daha önce de savaşın ortasındaki Irak'a gidip belgesel çekmiş.


01.11.2009/ Akşam Pazar

Önceki hafta düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin dikkat çekici yapımlardan biri New York'ta yaşayan Melis Birder'e aitti. En İyi Belgesel Film Ödülü'ne değer bulunan 'Ziyaretçiler' adlı belgeselde, hapishanede kalan yakınlarını görmek için her cuma günü New York'taki 59. Cadde'den kalkan otobüslere binen mahkum yakınlarının yolculuğu ve hapishanede yaşadıkları anlatılıyor.
'Macera aramak için' İstanbul'dan kalkıp New York'a giden Birder, filmini dört yıl boyunca her hafta sonu hapishaneye düşen eşini ziyarete giderken çekmeye karar vermiş. Birder, şimdi Atın Portakal kazanan bu hikayeyi, pek kolay olmasa da Amerikan hapishanelerinde göstermek için çabalıyor; birinde gösterilmiş bile, sırada diğerleri var. 'Ziyaretçiler', Birder'in ilk belgeseli değil. Daha önce de 2004'te, savaşın en sıcak zamanlarında macera peşinde Irak'a gitmiş ve oradaki bir kadının hikayesini 'Bağdat'ta Tek Başına' adıyla çekmişti.

İÇGÜDÜSEL BİR NEW YORK MACERASI
Bu 'macera arayışı'nın Birder'in yaşamını şekillendiren en önemli motivasyon olduğu söylenebilir. New York yolculuğuna çıkışını şöyle anlatıyor; 'New York'a 1994'te geldim. Ortaokul yıllarından beri Türkiye dışına çıkmak istiyordum. İçgüdüsel bir his... Bir tür kaçma hissi. Aileden, arkadaşlardan, mahalleden, sizi siz yapan şeylerden kopmak. St.Michel Lisesi'nden sonra İstanbul İşletme'den mezun oldum. 'Ne öğrendin' derseniz, Fransızca dışında bir şey öğrenmediğimi söyleyebilirim. Bana Türkiye'de öğrenemeyeceğim, yaşayamayacağım şeyleri verecek, kendimi yeniden tanımlayabileceğim bir şehir gerekiyordu. Beş arkadaş bu hislerle New York'a geldik. Sıfırdan başladık. Ben Türkiye'de o zamanlar reklam yazarlığı yapıyordum, 1994 krizinde işimi kaybetmiştim fakat yine de rahat bir hayatımız vardı. Bu 'rahat', fakat bize göre sıkıcı hayatı terk edip bu maceraya atıldık.'

New York'a ayak bastığı haftanın sonunda bir Türk lokantasında işe başlar Birder. İşi evlere kebap taşımaktır; 'İlk teslimatımı hiç unutmam, Manhattan'da pek yokuş yoktur ama o gecenin ayazında ellerimde kebapla yokuşu tırmanırken, 'ne yaptım ben, şimdi ne yapacağım' sorusu aklıma geldi ve içimi korkular kaplamaya başladı.' Onu New York'a bağlayansa bu korkularının üstesinden gelme çabası ve bu sırada geçirdiği zaman olur.

HİKAYE ARAMAYA IRAK'A...
Babasının elinden tutup Beyoğlu'nda alt yazılarını bile okuyamadığı sinemalara giderken, görüntülere bakıp hayallere daldığı çocukluk yıllarına uzanan bir sinemaseverliği vardır. New School'da 'çok iyi bir hocadan' sinema dersleri alır ve belgesel filmle tanışır. Çeşitli kurumlar için belgeseller çektikten sonra, Bush'un politikalarından sıkıldığı bir gün, Irak'ta savaş tüm sıcaklığıyla sürerken bir arkadaşı aracılığıyla Irak'a gider; 'Oraya gidiş nedenim yine bir macera arayışından denilebilir. Irak'ta film çekmek beni belgeselci olarak farklı bir yere getirecekti. Bir tür okul gibi düşündüm. Amacım bir hikaye yakalayıp onun peşinden gitmekti. Belki de cahillikten dolayı başıma korkunç şeyler gelebileceği düşüncesine hiç kapılmadım ve Bağdat'ta tesadüfen Kevkeb'le tanıştım.' Kevkeb'in hikayesini çektiği üç hafta boyunca Iraklılar kendisine çok cana yakın ve cömert davranırlar. Hangi eve, işyerine, okula gittiyse kapılar ardına kadar açılır; seslerini duyurmaya, konuşmaya ihtiyacı olan insanlar onunla duygularını paylaşır. İlgiyle karşılanan belgeseli, sanatın prestijli merkezi MOMA'da gösterilir.

Birder'in 'Ziyaretçiler'i çekmesi için de epey uğraşması gerekir. 'İçeride' çekim yapma iznini almak için 2 yıl uğraşır. Hapishaneye yakınlarını görmeye giden kadınlar, anlattıklarını gardiyanların duyması halinde mahkumlara daha kötü davranacaklarını düşündükleri için konuşmaya pek yanaşmazlar. Bir gün Denise çıkıp konuşmak istediğinde gerisi çorap söküğü gibi gelir. İkna olmalarının bir nedeni Birder'in de kendileri gibi bir 'ziyaretçi' olmasıdır; 'İlk eşimi 4 yıl boyunca her hafta sonu ziyarete gittim. Fakat ilişkimiz bu 'hapis hayatı' içinde süremedi. Basitçe özetlersem, fiziksel ve ruhsal açıdan yenilgiye uğramıştım. Ve hapis otobüsüne bu kez kameramla geri dönüp belgeseli yaparak, sisteme karşı savaşı bu şekilde kazanmak istedim sanki. Belki de benim için terapi oldu 'Ziyaretçiler'.'

BENİM İÇİN KİŞİSEL BİR SAVAŞTI
25 yıl boyunca hapishanedeki kocasını görmeye gidenlerin olduğunu, dışarıdan bazılarınca aptallık olarak görülen bu davranışın aslında onurlandırılması gerektiğini söyleyen Birder, Amerikan ceza sistemiyle ilgili çarpıcı bilgiler veriyor. Dünya nüfusunun yüzde 5'ine sahip bu ülkedeki mahkumlar, tüm dünyadakinin yüzde 25'i; yani dünyadaki en fazla mahkum burada. 1965'te hapishane nüfusu 300 bin iken bugün 2,5 milyona çıkmış. Birder'e göre bu büyümenin nedeni eğitim yerine cezaya odaklanan politikalar. Sadece New York'ta 70 hapishane var ve bunların çoğu artık çiftçilikle geçinemeyen, şehre çok uzak köylere kuruluyor. İşin çarpıcı boyutu o ki, hapishaneler ve gelen ziyaretçiler bir taraftan bu köylerin tek geçim kaynağıyken diğer taraftan 'lanetlenmiş' durumdalar. Onlar köylere geldiğinde restoranlar kaplılarını kapatabiliyor örneğin.

'Ziyaretçiler'in İstanbul Film Festivali'nde yapılan galasında bir izleyici Birder'e bu konuları kendi ülkesinde neden anlatmadığını sormuş. Birder'in cevabı şöyle; 'Bir açıdan doğru ama benim için kişisel bir savaş bu ve bu mücadele sırasında çok şey öğreniyorum. İnşallah birikimimi Türkiye'de de kullanacağım. Türkiye'yle ilgili de hayallerim ve projelerim var.'

http://www.aksam.com.tr/2009/11/01/haber/pazar/426/altin_portakal_odullu_belgesel_amerikan_hapishanelerinde_vizyonda_.html

Marc Chagall sergisi






















Aşkın ve iyimserliğin
renkleri İstanbul'da



Savaşların ve yıkımların arasında, kendi iyimserliğini canlı renkler ve havalarda uçuşan aşıklarla anlatan büyük ressam Marc Chagall'ın büyülü dünyası Pera Müzesi'nde...

25.10.2009/ Akşam Pazar

'Beni sadece sevgi ilgilendirir ve sadece sevdiğim şeylerle ilişki halindeyim' diyen birinin yaşamı nasıl bir dünyada geçmiştir acaba? Nazilerden kaçıp Amerika'ya 'kapak attığı' 1941'de 'ünlülerin fotoğrafçısı' Carl Van Vechten'in çektiği en bilindik fotoğrafında, Lacoste logosunun özellikle gösterildiği gömleği, kravatı ve ceketiyle havalı kıyafetinin içinde pek de rahat görünmüyor. Baskının, ayrımcılığın ve savaşların uzunca bir süre peşini bırakmadığı, 'kaçışlar' üstüne kurulu bir dünya Marc Chagall'ınki. Bütün bu hengamenin, inişlerin çıkışların arasında çocukluğunun geçtiği taşra köyünü hayal ederek ve büyük aşkı Bella'ya sımsıkı sarılarak iyimserliğini korumayı başarmış. Sevdiklerini Matisse dışında başka herhangi birinin beceremediği kadar etkileyici biçimde (bu görüş Picasso'ya ait) renkler aracılığıyla anlatabilmiş. Resminin ve yaşamının ipuçlarını veren sözlerinden biri şöyle; 'Bütün renkler komşularının arkadaşı ve zıtlarının sevgilisidir.'

20. yüzyılın büyük ressamlarından Marc Chagall'ı bugünlerde gündemimize taşıyan, İsrail Müzesi'ndeki eserleri arasından seçilmiş 160 resmini, 'Chagall: Yaşam ve Aşk' başlığıyla sergileyen Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi. 24 Ocak 2010'a kadar gezilebilecek sergide sanatçının yaşamını ve ilk eşi Bella ile aşklarını konu alan desenleriyle birlikte Kutsal Kitap, La Fontaine Masalları ve Gogol'un 'Ölü Canlar'ı gibi dini ve edebi eser resimlemeleri yer alıyor.

Chagall'ın renkli hayal dünyasını yansıtan resimler arasında imzasıyla bütünleşmiş Rus folkloru, Yahudi gelenekleri ve sevgililer temaları dikkat çekiyor: Savaşların, yıkımların hakim olduğu bir çağda, her an bir şeyleri kutlamak için hazır bulunan müzisyenlerin, mutluluktan havalarda uçan aşıkların, kuş başlı insanların, neşeli canlılara dönüşmüş çiçek buketlerinin, insanlarla göz göze gelen hayvanların, sirklerin, hahamların, keçilerin, horozların kurduğu, yerçekimi yasasının işlemediği tepetaklak dünyayı keşfetmek için iyi bir fırsat...

KÖYÜ, AŞKI VE KAÇIŞLARI...
Rus Çarlığı son dönemlerini yaşarken 1887'de, bugün Beyaz Rusya sınırları içinde kalan, Paris'e ve New York'a gittiğinde bile peşini bırakmayacak Vitebesk'teki küçük bir köyde doğdu Marc Chagall. Resim eğitimine 1906'da başladı ve yalnızca bir yıl sonra kazandığı bursla St. Petersburg'a, İmparatorluk okuluna gitti. İçine kapanık bir cemaatte, dindar Segal ailesi çocuklarına Moşe adını vermişlerdi ama o Yahudi olmanın suçlu olmakla aynı anlama geldiğini bizzat yaşarak öğrenmişti. Yahudiler St. Petersburg'da özel bir izinle kalabiliyorlardı ve epey sınırlandırılmış bu atmosferde Chagall, hapis yatmaktan bile kurtulamadı. Adını Marc, soyadını Chagall olarak değiştirdi. Böylelikle aynı zamanda her ressamın hayalini süsleyen Paris'e göz kırpıp adına Fransız havası katmış oluyordu. Kendisini açıkça belli eden yeteneğiyle St. Petersburg çapında ün kazanması gecikmedi. 1910'da hayallerini süsleyen Paris'e gitti, geri döndüğünde aşkı Bella Rosenfeld ile evlendi. Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi yıllarında, dini temaların öne çıktığı resmi modern, avangart bir çizgiye yöneldi. Önce Moskova'ya ardından 1923'te tekrar Paris'e taşındı. Vatandaşlığına geçtiği Fransa'yı da, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işgal etmesi nedeniyle terk etmek zorunda kaldı. Amerikalı bir gazetecinin yardımıyla Nazilerin eline düşmekten son anda kurtuldu.

Paris, iki savaş arasında, modern sanat yükselirken merkezi konumundaydı ve Chagall burada bulunma şansını yakalamıştı. İkinci savaşın ardından çağdaş sanat akımı yükselmeye başladığındaysa merkez bu defa, onun kaçarak geldiği New York'a kaymıştı. Eşinin hayatını kaybetmesinin ardından derin bir melankoliye kapıldı ve 1946'da Fransa'ya geri döndü. Tiyatrolardan hastanelere kadar pek çok kurumdan sipariş almaya başladığı bundan sonraki yıllarında, o zamana kadar pek de iyi sayılmayacak ekonomik durumu düzeldi ve Chagall, 1985'te Fransa'da yaşamı sona erene kadar değeri sağlığında fark edilen ender ressamlar arasındaki yerini aldı.

http://www.aksam.com.tr/2009/10/30/haber/pazar/412/askin_ve_iyimserligin_renkleri_istanbul_da.html