26 Kasım 2008 Çarşamba

Gündüz Vassaf; Türkiye, tarihini keşfeden bir ergen




‘Cehenneme Övgü’ adlı kitabıyla yankı uyandırmış Gündüz Vassaf, aynı tadı yakaladığı yeni kitabı ‘Tarihi Yargılıyorum’da bizleri dünya ve Türkiye tarihine yön veren pek çok olaya bir kez daha, bu sefer farklı bir gözle bakmaya davet ediyor; aykırı bakış açısı ve eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekleriyle…






Gündüz Vassaf
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


DÜNYANIN VE TÜRKİYE'NİN GEÇMİŞİNE İNEN PSİKOLOG

Ankara Üniversitesi’nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptığı zamanlardan birinde yolu İstanbul’a düşer Gündüz Vassaf’ın. Buralara kadar gelmişken arkadaşının Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği bir seminere de uğrar. Seminerin konusu “Türkiye’de Alkolizm, İntihar ve Boşanma”dır. Konuşmanın ardından Vassaf elini kaldırıp söz alır; “güzel bir sunumdu ama anlamadığım bir şey var, alkolizm bir hastalık ve kötü bir şey, intihar zaten en kötüsü ama boşanma sağlıklı bir şey de olabilir…” Kimilerinin gülüşerek, kimilerinin şaşırarak, kimilerininse kaşlarını çatarak tepki gösterdiği bu sözlere Boğaziçi Üniversitesi’nin o zamanki dekanı, “bizim üniversitede ders vermek ister misin?” sorusuyla karşılık verince Vassaf’ın Boğaziçi yılları başlar.

Şimdi hemen herkesin doğal bulduğu bu duruma işaret etmek demek ki 70’li yılların Türkiye’sinde tüm dikkatleri üzerine çeken aykırı bir bakış açısı, bağımsız düşünme becerisi ve hatta biraz cesaret gerektiriyormuş.

30 yıl, 20 yıl, hatta 10 yıl öncesinin pek çok hazmı zor fikri bugün tartışılması bile gereksiz bir olağanlıkla karşılanıyor. Aradan çok sular aktı, çok şey değişti. Fakat Vassaf’ta değişen pek bir şey yok. Orhan Pamuk’un “düz yazımızın en özgür ruhlu kalemi” yakıştırmasını uygun gördüğü Vassaf aykırı bakış açısını da, bağımsız düşünme faaliyetini de sürdürüyor. Demokrasilerin olmazsa olmazı oy vermenin demokrasinin özü olmaktan çıkıp afyonuna dönüştüğünü… Türkiye’nin ergenliğini yaşadığı günümüzde kendi tarihini keşfetmeye başladığını… Toplumun savaşla koşullandırıldığını… Dünya -ve tabii ki Türkiye- tarihinden eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekler eşliğinde söylüyor, yazıyor.

Evet, Vassaf yeni kitabıyla karşımızda. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Tarihi Yargılıyorum”da bizi asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulmaya, tarihten özgürleşip kendimize farklı bakmaya, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirmeye davet ediyor.

Tarih neyin, kimin tarihi?
Vassaf, Tarihi Yargılıyorum'da tarihin hep kazananların tarihi olarak kayda geçtiğini belirtirken, kazanan olmak için de her türlü çarpıtmaya, dezenformasyona gidildiğini ve dahası teknolojinin gelişmesiyle yakın gelecekteki tarih yazımının bu manipülasyonlara daha fazla maruz kalacağını söylüyor. Burada kitaptan söz konusu duruma gönderme yapan iki ilginç alıntı aktarayım:

“Roma İmparatorluğu’ndan kalan dokümanların yüzde 90’ı imparatorluğun Hıristiyanlığı benimsediği döneme ait. O yüzyıllardan nelerin günümüze kalacağını paganlar kararlaştırmış olsaydı, Roma tarihi diye bugün bildiklerimizin kaynağı bambaşka kayıtlardan oluşacaktı.”

“Stalin döneminde ABD, Sovyetler Birliği’nin peşpeşe imal ettiği çok sayıda zeplinden ürker olmuştu. (…) Göklere hakimiyetin ölçüsü, en ağır yük taşıyabilen, en uzun mesafeyi katedebilen, en hızlı giden zeplinlere kimin sahip olduğuydu. (…) Asya’yı boydan boya, St. Petersburg’dan Vladivostok’a, her yenisi mesafeleri bir öncekinden daha hızlı kateden zeplinlerin haberleri, sosyalizmin göklerdeki başarısı, zeplinleri teker teker tanıtan posta pullarında bile dile getirilerek dünyaya duyuruluyordu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra, arşivler yağmalanıp açık pazarda satılmasa, ileride tarihçiler 20. yüzyılın amansız zeplin yarışında Sovyetlerin üstün çıktığını, üstelik bunu CIA kaynaklarının da doğruladığını yazacaktı. Yalanlara ABD de kanmış. Sovyetler üç beş zeplin yapmış, o kadar!”

Asıl meselesi totalitarizm
Totalitarizmin aslında Vassaf’ın asıl meselesi olduğunu söylersek yanılmış olmayız. 80’lerin sonunda okuyucularla buluşan harika kitabı “Cehenneme Övgü”de de, 2000’lerin başında gelen devamı “Cennetin Dibi”nde de bu konunun günlük hayatımızdaki yansımalarına göz gezdirmişti. “O zamana kadarki birikimimin bir isyanla, protestoyla dışavurumu sonucu ortaya çıktı Cehenneme Övgü, sonra konunun devamı da geldi” diyor Vassaf. Neye tepki? Totalitarizme ve 12 Eylül’e.

“Boğaziçi’nde hocalık yaptığım günlerdi, bir gün ODTÜ’ye konferansa gittim, kapıda jandarma, ‘burada ne işin var’ diye sordu, asker üniversitenin işlerine karışmaya başlamıştı, sonrasında 12 Eylül darbesi gelince istifa ettim ben de, o koşullarda ders vermek imkansızdı, bir sürü hoca üniversiteden atıldı zaten.”

O döneme ait, aklına geldiğinde tebessüm ettiği bir anısını şöyle anlatıyor Vassaf: “12 Eylül yeni olmuştu, asker evlere baskın yapıp ‘zararlı’ kitapları alırdı, insanlar korkuyla kitaplarını ya kendileri yakar, ya da bahçeye falan gömerlerdi. Bizim Boğaziçi’nin kütüphanecisi de korkmuş, asker daha okula gelmeden ‘eyvah bizim kitaplar da zararlı olabilir’ diye bir sürü kitabı gizli yerlere saklamıştı. Aradığın kitabı bulamıyordun, mesela Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeolji’si vardı, kütüphaneci ‘ideoloji’ lafını tehlikeli bir kelime olarak görüp kitabı bodruma indirmişti.”

“İdeoloji” insanları germiyor artık, fakat kimilerine kaşlarını çattıracak başka şeyler var ve yukarıda bahsettiğim gibi, Vassaf “Tarihi Yargılıyorum”da onlar üstüne de konuşuyor.


"TÜRKİYE, TARİHİNİ KEŞFEDEN BİR ERGEN"

Türkiye’nin kendi tarihini ele alışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde okutulan ulusal tarihin o ülkede doğup büyüyenlerle ilgisi sınırlı. Artık tarih kitaplarında birbirinden çok farklı insanların yaşadığı bir Avrupa vurgulanıyor. Kendi ulusal tarihlerinde, okul kitaplarında birbirlerini aşağılayan sözleri çıkardılar.

Türkiye’de ise bugüne kadar bambaşka durum vardı, burada yalnızca Türklerin yaşadığını, bütün dünyanın da Türkiye’ye düşman olduğunu zannederdik.

Ben gençtim, anne babamın Balkanlardaki Türk-Müslümanlara yönelik şiddetten kaçıp buraya geldiklerini bilmezdim, konuşulmazdı, ama aynı zamanda mesela Ermenilerin durumu da konuşulmazdı. Cumhuriyet çok gençti, her şeye sıfırdan başlamıştı. Geçmiş sorulmaz, geleceğe bakılırdı.

Ama artık Cumhuriyet çocuk değil, ergenlik çağına geldi. 5-6 yaşındaki çocuk yalnızca anne babasını bilir, ‘dedem kimdi’, ‘şu nerede doğdu’, ‘bu nerede büyüdü’ diye sormaz. Ancak ergenliğine geldiğinde keşfetmeye başlar geçmişini; ‘sen nerede doğdun’, ‘çocukluk fotoğrafın var mı’, ‘baban ne iş yapardı’ gibi sorularla.

Biz de artık sormaya başlıyoruz geçmişimizi, ‘biz nereden geldik’, ‘bizden önce burada kimler vardı’, ‘kimler kimlerle evlendi’ diye ve şaşılacak derecede çok kişi ‘aaa’ diyor, ‘dedem Ermeni’ymiş’, ‘akrabalarımız Kürt’müş.’ Ermeni Türklüğünü, Türk Kürtlüğünü keşfediyor ve birlikte olgunlaşıyoruz aslında.

Bu kaçınılmaz bir süreç mi? Önünde engeller yok mu?
Avrupa’nın geçmişinde yaşadığı savaşlara, çatışmalara bakarsak her şeye rağmen bizim olgunlaşmamız onlarınkinden daha zahmetsiz olacak gibi görünüyor. Her ülkenin kendine özgü engelleri vardır, coğrafi özellikler, demografik durum, kültürel özellikler, genç olması gibi… Ama aşılamayacak engeller değil bunlar.

Mesela Shakespeare döneminde İngiltere’de bir Katolikler gelip yağmalıyorlar, yıkıp geçiyorlar kasabayı, bir Protestanlar… Shakespeare dahil herkesin evinde bir çarmıha gerilmiş İsa portresi, bir de İncil var. Katolikler gelince İsa’yı, Protestanlar gelince onu indirip İncil’i koyuyorlar. Avrupalılar şimdi dönüp tarihlerine baktıklarında böyle savaşlara giriştiklerine inanamıyorlar.

Kitabınızda seçimlerin demokrasinin afyonu haline geldiğini yazıyorsunuz…
ABD’de seçimler basketbol, beyzbol, hokey ve futbol liglerindeki şampiyonluk maçları sıklığında. Maçlarda olduğu gibi, bir seçimin ardından yeni oyuncularla başka bir seçim beklentisi canlı tutuluyor. Senato ve kongre seçimleri iki yılda bir, başkan dört yılda bir seçiliyor. Vali, eyalet parlamentosu, polis şefi, başsavcı gibilerini de katarsanız ABD’liler sürekli seçim halinde. Her seçimde halk bir şeylerin değişeceğine inanıyor, değişen bir şey görmediğindeyse bir sonrakinde değişeceğine… Oysa yüz yıllardır ABD’nin ne dış ne de iç politikasında değişen bir şey yok.

Ya da İngiltere’ye bakarsanız, halkın yüzde 70’i Irak’taki savaşa karşı. Fakat meclisteki hem iktidar, hem de muhalefet partisi savaşı desteliyor. Bu bir çelişki. Seçimler ve savaşlar demokrasinin en zayıf olduğu yerdir.

Bu bir oyun aslında, milyon dolarlar yatırıp oyunu oynamamızı istiyorlar. İstediğini seçemiyorsun zaten, örneğin önümüzdeki ABD başkanlık seçimlerinde anketlerden çok kimin daha faza parası olduğu konuşuluyor, çünkü sonuç belli; kimin daha fazla parası varsa seçimi o kazanacak. Şimdilerde Demokrat Parti’den aday adayı var mesela, Obama diye, ‘parası Hillary Clinton’dan daha çokmuş ve seçimleri o kazanacakmış’ diye konuşuyor herkes.

Bizdeki demokrasinin yüz karası zaten, yüzde 10 barajı nedeniyle oyların önemli bir kısmı çöpe gidiyor. Meclisteki partiler 5 yıl oyunca imkan varken değiştirmiyorlar, çünkü gerçekte demokrasi değil koltuk istiyorlar. Çözüm, oynanan oyunun farkında olmak, istendiği gibi oynamamak ve kurallarını değiştirmek.

Demokrasinin bir zayıf karnının da savaşlar olduğunu söylediniz…
Söylediğim gibi, örneğin İngiltere halkının yüzde 70-80’i Irak savaşına karşı ama parlamentonun yüzde 80-90’ı savaştan yana, halkın temsilcisi olmak dışında başka çıkarları var çünkü. Demokrasilerde devletlerin en çok korktuğu vatandaşlarının savaşa karşı olmasıdır. Bu yüzden sürekli savaşa koşullanır insanlar, savaşların kaçınılmaz olduğuna ve dahası gerekli olduğuna, savaşa karşı olmak vatan hainliği olarak görülebiliyor.

Fakat son yüzyılda büyük gelişmeler oldu. Batı’da 1. Dünya Savaşı’na kadar askerler cepheye kahraman olarak gönderilir, savaşmak istemeyen kurşuna dizilirdi. Fakat o savaştan itibaren barışın belirtileri ortaya çıktı. Askerler Noel’de kendiliğinden ateşkes ilan ederken komutanları onları güçlükle zaptedebiliyorlardı. Bugün askerliği kabul etmesine rağmen, Filistinlilere kurşun sıkmayı reddeden bir İsrail askeri yalnızca ordudan ihraç ediliyor, kimse vatan haini gözüyle bakmıyor. ABD’de, Vietnam savaşı sonrasında profesyonel askerlik başladı, çünkü askerleri cephede savaşmak istemiyordu, savaşmak istemeyen de iyi öldüremez tabii. Türkiye’de de bu durum yaşanacaktır mutlaka.

Akşam - Brunch

Hiç yorum yok: