13 Aralık 2008 Cumartesi

kitap/ Barry Rubin/ İstanbul Entrikaları


Amerikalılar, Almanlar, İngilizler, Ruslar… İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışan büyük güçlerin gizli planlarının kesiştiği yerde, bombardımanlardan uzak kalmayı başarabilmiş İstanbul bulunuyordu. Kozlar büyük, entrikalar çılgıncaydı… Türkiye uzmanı araştırmacı yazar Barry Rubin, 'İstanbul Entrikaları' adlı kitabında casusluk merkezi İstanbul’dan gerçek ve sürükleyici öyküler anlatıyor.




‘Hu Hu Bebeğim, Ben İstanbullu Bir Casusum’

İngilizlerin savaş planlarını Almanlara satan İngiliz büyükelçisinin mütevazı Arnavut uşağı, aslında kimin için çalışan ünlü bir casustu? Romanya’dan bir İngiliz tankeriyle İstanbul boğazına getirilen Polonya altınlarının kaderiyle, CİA’nın öncülü olan Amerikan istihbarat dairesi OSS’nin İstanbul temsilcisi arasında ne tür bir bağ vardı? İstanbul’daki gece kulüplerinin gözde parçası “Hu Hu Bebeğim, Ben Bir Casusum” şarkısının sözlerini yazan acemi casus hangi ülkenin istihbaratında çalışıyordu? Görülmemiş bir Sibirya kışının geride kaldığı 24 Şubat 1942’nin Ankara’sında, güzel havalara hasret kalmış Alman büyükelçi Von Papen’e sokakta yürüyüp güneşin tadını çıkarırken suikast düzenleyen canlı bomba kimdi? Almanlar için mi, Ruslar için mi çalışıyordu? Suikast nasıl planlanmış, planlar nasıl bozulmuştu?

Bu soruların sınırsız hayal gücü ürünü olan casusluk romanlarını ya da filmlerini işaret ettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Cevaplar bizzat gerçek hayatta. İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul, en zekice film senaryolarına taş çıkarırcasına, önceki satırlardaki gibi pek çok ilginç casusluk olayına, entrikaya ve farklı ülkelerden en az 17 istihbarat örgütüne ev sahipliği yapıyordu. O kadar ki; komplolar, casuslar, şifreler, entrikalar ve amaçlar birbirine karışmıştı…

TÜRKİYE UZMANI YAZAR
Türkiye ve Ortadoğu uzmanı İsrailli araştırmacı yazar Barry Rubin, “İstanbul Entrikaları” adlı eserinde “casusluk merkezi İstanbul’dan gerçek öyküler”i anlatıyor. Konuyla ilgilenenler ve meraklılar açısından Rubin yabancı bir isim olmayabilir, zira kitabının Türkçe basımı 1994’te de yapılmıştı. Çok daha yakın bir tarihte, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından ise Jerusalem Post’ta yazdığı Türkiye analizi ile dikkat çekti. Parantez içinde Rubin’in söz konusu analizinde, AKP’nin artık hemen herkesin ikna olduğu ılımlılığına temkinli yaklaşmak gerektiği fikrini işlediğini belirteyim.

İsrail’in prestijli güvenlik ‘think-thank’i Herzilia bünyesinde hizmet veren Küresel Araştırma ve Uluslararası İlişkiler Merkezi’nin (GLORİA) direktörü olan Rubin, bugüne kadar pek çok makale ve 40’ın üzerinde kitap yazmış. Tahmin edersiniz ki bu kitapların büyük çoğunluğu Ortadoğu ve Türkiye’yi konu ediniyor.

Yazarın Doğan Kitap’tan çıkan eseri “İstanbul Entrikaları”, araştırma niteliği taşımasına karşın plajda güneşlenirken bile okunabilecek bir romanın rahatlığına ve sürükleyiciliğine sahip. Kitaba aynı zamanda resmi tarihin sıkıcılığından uzak bir sözlü tarih çalışması gözüyle de bakılabilir. Rubin “birkaç yıl süren araştırma ve yazma sürecinde”, kimi zaman özel izinlerle ulaştığı istihbarat raporlarından, belgelerden, günlüklerden ve ‘görgü tanıkları’ndan yararlanmış, pek çok kurum ve kişi kendisine ‘malzeme’ desteği sağlamış.

ÇIKARLARIN VE AJANLARIN MERKEZİNDE ROMANTİK BİR KENT: İSTANBUL
Kitabın sayfalarını çevirirken, bugün artık neredeyse klişeleşmiş bir kavrama dönüşen ‘Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemi’nin bir zamanlar ne kadar elle tutulur olduğu görülüyor. Zaten ajanların da, gizli planların da, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm yıkıcılığıyla hüküm sürdüğü 1939-1945 yılları arasında, kendilerine bombardımanlardan uzak kalmayı başarmış İstanbul’u merkez seçmesinin nedeni bizzat bu ‘önem’di.

“Almanlar, Sovyetleri yenmek ve Ortadoğu’ya girmek için dayanak noktasına gerek duyuyordu. İngilizler ve Amerikalılar, Balkanları Alman denetiminden kurtarmak için Türkiye’den üs elde etmeye çalışıyordu. Türkiye’nin yüz yıldan daha eski baş düşmanı Ruslar, Karadeniz’i denetleyebilmek ve Akdeniz’e geçişi sağlamak için İstanbul’u ve Boğazları istiyordu. İngilizler ve Amerikalılar, Nazi işgali altındaki Doğu Avrupa’ya İstanbul’dan casusluk ve yarı askeri amaçlı operasyonlar düzenliyordu. Almanlar etki sağlamak ve bilgi toplamak için yetkililere rüşvet veriyor, Ruslar ajan kiralıyordu.”

“Kozlar büyük, bu yoldaki çaba çılgıncaydı.” Ajanlar ve onların istihbarat servisleri, türlü manevralarla tarafsız kalmaya çalışan Türkiye’nin hangi cepheye katılacağını öğrenmek için ipucu peşinde koşturup, kendi safına çekmek için entrikalar düzenlerken; Türkiye “Emniyet”i de hangi ajanın kim için çalıştığını, hangi ‘hain plan’ın uygulayıcısı olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Herkesin kuyruğunun birbirine değmemesi mümkün değildi. Örneğin biri Alman diğeri Amerikalı iki istihbarat ajanını kendisine aşık eden Macar şarkıcılara rastlanabiliyor, ya da üç dört tarafa çalışan ajanlar kimin için kime ihanet ettiklerini zaman zaman unutabiliyorlardı. Böylesine karışık bir ortamda birden çok müşteriye satılacak sahte ve yanlış bilgiler üretmek için büyük bir sektörün ortaya çıkması da gecikmeyecekti.

“Yine de o yıllarda o denli çok kişinin, o denli çok davaya ihanet etmesinde şaşılacak bir şey yoktu” diyor Rubin; “İstanbul, ölümüne savaşan düşmanların şık lokantalarda yan yana uzanan masalara oturup Çigan müziği dinlediği tarafsız bir kentti. (…) Bombalanmış binaların, yoklukların ve korkunun topraklarından güçlükle kaçanlar, bolluk ve barış içinde bir yere gelmişlerdi. Başka yerlerde yaşamlarını her gün tehlikeye atanlar için, içlerinden birinin söylediği gibi, İstanbul’daki en acil sorun, garsonun ‘Yemeğinizle kırmızı şarap mı, yoksa şampanya mı alırsınız?’ sorusuydu.”

Vatan/ Kitap Eylül 2007

portre/ ‘Kanun kaçağı’ dünya şampiyonu yine ‘kaçtı’

Amerikalı Bobby Fischer (sağdaki), 1972'de tüm dünyanın merakla izlediği, olayların eksik olmadığı 'çılgın' maçta dünyanın en büyüğü olmak için Rus Boris Spassky'nin karşısna oturuyor.

‘Kanun kaçağı’ dünya şampiyonu son kez ‘kaçtı’


En genç büyük usta, ABD’nin yetiştirdiği tek dünya şampiyonu oldu. Tarihin en sansasyonel maçlarını oynadı. Kahraman da ilan edildi, vatan haini de… Büyük efsanesi pek çok ‘çılgınlıkla’ örülmüş satranççı Bobby Fischer, ‘kaçmak’ üzerine kurulu hayatında 18 Ocak’ta tekrar ortadan kayboldu; son kez…

“İlk önce bir dünya seyahati yaparak gösteri maçları oynayacağım. Karşılığında da bugüne kadar işitilmemiş paralar isteyeceğim. İngiltere’de bir smokin yaptırıp yalnız akşam yemeklerinde giyeceğim. Lüks bir vapurla eve döneceğim. Evde birkaç kitap yazacağım. Satrancı yeniden düzenleyeceğim. Metroya binmemek için kendime araba alacağım. Mercedes olacak, yahut Rolls Royce daha iyisi. Belki de bir jet uçağıyla yat alırım. Satranç kalesi şeklinde bir ev yaptıracağım.”

Robert James Bobby Fischer, 1972 tarihli ‘Süer Satranç Dergisi’nde çıkan söyleşisinde “dünya şampiyonu olunca ne yapacaksın” sorusuna bu cevabı vermiş. Süer dergisi söyleşinin altına röportajın yapıldığı tarihte Fischer’in 18 yaşında olduğunu not düşmüş, yani henüz ABD satranç şampiyonuyken. Bu naif cümleleri okuyunca Fischer kafanızda sempatik bir kişilik olarak canlanabilir. Fakat onu bir biçimde tanıyanlar için bu belki de akla en son gelebilecek yakıştırmadır, ondan önce sayılabileceklerin listesiyse hiç de kısa değil; gelmiş geçmiş en iyi satranççı, tarihin en kaprisli oyuncusu, dahi, kaybeden, kahraman, vatan haini, kadın düşmanı, Amerika düşmanı, Yahudi düşmanı, agresif, kibirli… 1972’de Reykjavik’te Rus büyük usta Boris Spassky’i yenip dünya şampiyonu unvanını almasından itibaren, 17 Ocak 2008'de yine Reykjavik’te böbrek rahatsızlığından ölümüne kadar yaşamının her dönemi için onun efsanevi kişiliğine en uygun yakıştırma ise hiç kuşkusuz ‘çılgın’ olacaktır.

'SATRANÇ KADINLARDAN DAHA ÇOK ZEVK VERİCİ'
1943’te Chicago’da doğan Fischer, anne babasının o iki yaşındayken boşanması üzerine annesiyle taşındıkları Brooklyn’de büyür. Hemşire olan annesi, Fischer ile ablasının oyalanması için onlara bir satranç takımı aldığında Fischer henüz altı yaşındadır ve kısa sürede bütün zamanını satranca harcayan, “yapmak istediğim tek şey satranç oynamak” diyen fanatiğe dönüşür. İleride, geç bir yaşta bakirliğe veda ettiğinde “hiç büyütülecek bir şey değilmiş, ben satrançtan daha fazla zevk alıyorum” diyecektir. Aslında başka açılardan olduğu gibi, kadınlara bakışıyla da ‘normal’ bir kişi olmayacaktır, bir keresinde kadın katılımcı olduğu için turnuvadan çekilecek, başka bir keresinde kompleksini “dünyanın en iyi kadın oyuncusunu getirin, oyuna bir at eksik başlarım” diyerek yansıtacaktır.

10 yaşına geldiğinde bölgesindeki iyi oyuncuları yenmeye başlar. 13’ündeyken ABD gençler şampiyonu, 14’ünde en genç ABD şampiyonu, 15 yaşındayken ise satranç tarihinin en genç büyük ustası unvanlarına sahip olur. Her ne kadar ABD’de ve yurtdışında pek çok turnuva kazanan bir dahiyse de efsaneler katına çıkması için, satranç tarihinin dönüm noktalarında biri olacak 1972 tarihinin gelmesi gerekecektir.

Dünya satrancında Rus egemenliğinin olduğu soğuk savaş yıllarıdır. Petrossian, Tal, Taimanov gibi dünya şampiyonluğunu Spassky’den almak için sırada bekleyen Ruslar’ın katıldığı turnuvaya ABD de bir oyuncusunu gönderecektir. Sıkıldığı için ABD Şampiyonası’na girmeyen Fischer’in bu turnuvaya katılma hakkı yoktur ama yine de federasyon onu göndermeye karar verir. Fischer çeyrek finalde Larsen’i, yarı finalde Taimanov’u, finaldeyse eski şampiyonlardan ‘demir’ lakaplı Petrossian’ı o güne kadar görülmemiş (ve sonrasında da görülmeyecek) farklarla yenerek turnuvayı bitirir ve Dünya Şampiyonu Spassky ile unvan maçı yapmaya hak kazanır.

TARİHİN EN BÜYÜK MAÇI: ABD-RUSYA SAVAŞI
1972 Ağustosunda Reykjavik’teki masaya, daha önce hiç yenemediği Spassky’nin karşısına oturur Fischer. Bu maçın satranç tarihinin en olaylı ve önemli maçı olduğunu söylemek yanlış olmaz; olaylı geçmesi Fischer’in ‘acayip’ karakterinden, önemiyse Rusya-ABD arasındaki soğuk savaştan kaynaklanıyordu. Daha maç başlamadan Fischer koltukların sertliğinden, ışığın yoğunluğundan, kameraların sesinden şikayet etmeye başlar. Olayların arkası kesilmeyince ilk maçı hükmen kaybeder ve ardından kameraları neden gösterip ikinci maça çıkmayacağını söyler. Döndüğü ikinci maçı da kaybedince hiç bir açıklama yapmadan turnuvadan çekilmeye karar verir. Onu bu girişiminden ancak ABD başkanı vazgeçirebilir, ne de olsa ülkenin onuru söz konusudur. Fischer 2-0 geride olmasına rağmen kalan 19 oyunun 9’unu kazanıp Spassky’e yalnızca bir oyun vererek (11 oyun berabere) maçı farklı kazanmasını bilir. Böylece Rusların satrançtaki 35 yıllık hegemonyasına son verilmiş, Amerika dünyanın her yerinde yankılanan büyük bir zafer kazanmış ve Fischer kahraman ilan edilmiştir.

Kendi satranç kariyerinde hızla yükselirken başka hiçbir satranç ustasının yapamadığı bir şeyi de başarır Fischer; satrancı da beraberinde zirveye taşır. Sansasyonel maçları dünyanın her yerinden canlı olarak seyredilir, gazeteler ve dergiler devamlı ondan söz eder. Televizyon yapımcıları, gazete ve dergi editörleri, rakipleri ve Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) ile olan çekişmeleri ve dehasıyla satrancı bir anda popüler hale getirir. 1950’lerde, gereken maddi destek zorluklarla bulunduğu için küçük salonlarda düzenlenen şampiyonlar yerini artık televizyon kanallarının yayın haklarını satın almak için birbirleriyle yarıştığı, turnuva ödüllerinin milyon dolarlarla ifade edildiği, ticari açıdan çekici bir spor dalına dönüşmüştür. Öyle ki satrancın popülerliği o yıllarda tenisle boy ölçüşmektedir.

Dünya şampiyonluğunu korumak için 1975’te Anatoli Karpov’un karşısına çıkması gerektiğinde Fischer’in ‘huysuzluğu’, bu kez ödül miktarı ve maç sayısı konusunda tekrar ortaya çıkar ve FİDE ile anlaşmazlığa düşerek Karpov’la maç yapmayı reddeder. Unvan da Karpov’a kalır böylece. Bu olaydan sonra Avrupa’ya yerleşen şampiyonu uzun bir süre kimse satranç oynarken göremez.

‘YÜZYILIN MAÇI’, KANUN KAÇAĞI, VATAN HAİNİ…
‘Gizemli şampiyon’ tam 20 yıl sonra, 1992’de tekrar çıkar ortaya. Spassky ile bir rövanş maçı yapacağı haberleri bomba gibi düşer dünya medyasına. Bu etkinin bir nedeni de 20 yıl önceki politik gerilime nazire yaparcasına, karşılaşmanın iç savaşın sürdüğü ve BM’nin ambargo uyguladığı Yugoslavya’da gerçekleşecek olmasıdır. Tüm dünya gözünü ‘Yüzyılın Maçı’na çevirmişken, ABD oyunun Yugoslavya’da oynanmaması için Fischer’e bir mektup gönderir. Fischer çılgınlıklarına bir yenisini daha ekleyecektir; Belgrad’da düzenlediği basın toplantısında mektubu kameralara gösterip üzerine tükürerek ABD’ye cevabını verir. Ambargoyu deldiği gerekçesiyle ABD’nin hakkında tutuklama kararı çıkarması üzerineyse, 10-5 kazandığı maçın ardından aldığı 3,5 milyon dolar para ödülüyle tekrar ortadan kaybolur Fischer.

Filipinler, Japonya, Macaristan gibi ülkelerde kaçak hayatı yaşayan Fischer 1996’da Fischerandom (Fischer Satrancı) dediği yeni bir satranç türü çıkardığını ilan eder. Bu yeni türde piyonların arkasında bulunan taşlar kura çekilerek rasgele yerleştirilmektedir. Fischer’e göre böylece oyuncunun yeteneği daha iyi anlaşılabilecek, hiçbir zaman sıcak bakmadığı açılış şablonları rafa kalkacaktır.

2000’lerin ilk yıllarına gelindiğinde yine bir Fischer efsanesi dalgalanacaktır. İngiliz büyükusta Nigel Short, internette karşılaştığı ve üçer dakikalık 50 blitz (hızlı) oyun oynadığı kişinin “yüzde 99” uzun zamandır ortalarda görünmeyen Fischer olduğunu açıklar. Spassky de onun bu açıklamasını destekler; ikilinin ipuçlarıysa esrarengiz ustanın hamleleridir. İddiaların yankı uyandırması üzerine Fischer 2002’de bir İzlanda kanalına bağlanıp söz konusu kişinin kendisi olmadığını söylerken, 10 milyon dolar ödül konsa bile Fischerandom dışında bir daha asla satranç oynamayacağını da sözlerine ekler.

ABD’nin yetiştirdiği bu tek dünya satranç şampiyonu, 11 Eylül’deki saldırılardan sonra canlı yayınlanan bir radyo programında son bir ‘skandal’a imza atarak duygularını, “bu harika bir haber, Amerika'yı bitirmenin zamanı gelmişti” sözleriyle açıkladığında eski vatanında tepkiyle karşılanır ve basın tarafından ‘vatan haini’ olarak gösterilir.

Bobby Fischer 12 yıllık kaçak hayatın ardından, ABD’nin iptal ettiği pasaportla Japonya’dan Filipinler’e geçerken yakalanmış, 9 ay Tokyo’da tutuklu kaldıktan sonra Mart 2005’te İzlanda’nın kendisine vatandaşlık vermesiyle bu ülkeye geçerek inzivaya çekilmişti.

Fischer’in ‘kaçmak’ üzerine kurulu efsanevi hayatında, 18 Ocak 2008’de, dünya şampiyonu olduğu yerde ‘son kez’ görüldüğünü duyurmak bu kez İzlanda devlet radyo televizyonunun ikinci kanalına düşmüştü.

Akşam/ Brunch Şubat 2008

Beyaz geceler, güzel kadınlar ve Rusya

St. Petersburg, bu fotoğraf gece 02:00'de çekilmiş.

Beyaz geceler, güzel kadınlar ve Rusya


Şu günlerde tatil planları yapıyorsanız aklınızda olsun; şimdi Volga’da Beyaz Geceler zamanı… Rusya’da nehir turları düzenleyen ve rehberlik yapan Yusuf Nuraydın’a kendi hikayesini, Beyaz Geceler’i ve elbette Rus kadınlarını sorduk.


Kendisinin Türk olduğunu öğrenen Ruslar en çok kaç karısı olduğunu soruyorlarmış. Bir tane olduğunu ve boşandığını söylediğinde arkasından bazen, “sadece bir tane mi?” bazense “nasıl yani Türkiye’de boşanma var mı?” türünden şaşkınlık soruları geliyormuş. Türkiye’dekilerse başka bir alem; Rusya’da çalıştığını duyanlar müstehzi bir tebessümle hemen “hadi hadi iyisin, şanslısın” karşılığını yapıştırıyorlarmış.

Bahsi geçen kişi Yusuf Nuraydın. 2000 yılından beri Rusya’da nehir gezileri organizasyonu ve rehberliği yapıyor. Bu gezilerle birlikte Rusya’nın tarihini de anlattığı ‘Volga Volga’ kitabı bugünlerde çıktı. Kendisi aynı zamanda merkezi Rusya’da bulunan Rus-Türk Araştırmaları Merkezi’nin (RUTAM) yöneticilerinden.

Onun yukarıdaki anekdotu başka durumlara da işaret edebilir tabi ama biz öncelikle iki ülke arasında klasik, ‘tanıtım eksikliği sorunu’ bulunduğu sonucunu çıkaralım. Geçen yıl Türkiye’de Rus yılıydı, 2008 ise Rusya’da Türk yılı olarak kutlanıyor. Pek çok kişinin bu durumdan haberdar olmamasına söz konusu ‘sorun’un bir göstergesi olarak bakılabilir. Rusya’daki Türk yılı kapsamında yaz boyunca Tarkan konseri, Anadolu Ateşi gösterisi ve Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filminin gösterimi gibi etkinlikler planlanıyor. Fakat yaz tatilinizde Rusya’ya gitmeniz için çok daha çekici bir neden var; Beyaz Geceler…

Rusların Türkiye’yle alâkaları anlattığınız anekdottaki düzeyde mi gerçekten?
Aslında her yıl Rusya’dan Türkiye’ye 2 milyona yakın turist geliyor. Uygun fiyatları, yakınlığı, hizmet kalitesi, vize kolaylığı nedeniyle Türkiye’yi tercih ediyorlar ve çok memnun kalıyorlar. Büyük bir rakam sayılır ama demek ki yeterli bir tanıtım yapılmıyor, Ruslar bile bazen bizden daha etkili olabiliyor. Moskova’da mesela Türkiye’de tatil yapmış Rus kızlarının fan kulüpleri hayli yaygın, barları kapatıp rakılı, Türkçe müzikli geceler düzenliyorlar. Hatta Türk firmalarından sponsorluk alıyorlar.

Sizi Rusya’ya çeken nedir?
İlk kez Rusya’ya üniversite yıllarında 1996’da turist olarak gittim ve Moskova’da 10 gün kaldım. Gittiğim Avrupa ülkelerinden farklı olarak burada kendimi hiç yabancı gibi hissetmemiştim. İnsanlar dış görünüşlerinin aksine daha yakından tanıdığınızda cana yakın ve misafirperverdiler. Tekrar gelmeyi çok istedim, 2000’de turizm işine girince de hemen geldim zaten. Rusya’yı ikinci vatanım olarak görüyorum. Aslına bakarsanız Rusya turizm potansiyelini yeterince değerlendiremiyor. Bunun için Türkiye’nin deneyimlerinden yararlanmak istiyorlar, turizmciler burayla işlerini daha sıkılaştırabilir.

BEYAZ GECELER

Nehir turlarınıza Türkiye’den çok ilgi gösteriliyor mu?
Türkiye’den Rusya’ya gelenlerin sayısı son yıllarda ciddi bir artış gösterdi. Özellikle Moskova ve St. Petersburg Türklerin en çok ilgi gösterdiği iki şehir. 2007 yılında Turistik amaçla Moskova’ya gelen Türklerin sayısı 300 bin, bunların kaç kişisi gerçek turist bilemiyorum ama Türkiye’den Rusya’ya artan bir ilgi var. Türkiye’den gelip nehir yolculuğuna katılanlarsa yılda yaklaşık iki bin.

Turlar katılana ne vaat ediyor, katılmak için en güzel zamanlar hangisidir?
Rusya’daki nehir turları mayıs ortasında başlayıp eylül sonunda bitiyor. Haziran ve Temmuz ayındaki gezilere Beyaz Geceler deniliyor. En popüler zamanı, bölge kuzeyde olduğu için o dönemde geceler karanlık olmuyor. Volga nehir turları Rusya’yı her yönüyle tanımak için çok uygun. Moskova ve St. Petesrburg gibi en büyük ve en önemli iki şehrini görüyorsunuz, gemi yolculuğu sırasında çok güzel doğal manzaralar eşliğinde Rusya’nın en önemli su yollarından, doğal nehir ve göllerden, insan eliyle yapılmış kanallardan, su asansörlerinden ve muazzam büyüklükteki barajlardan geçiyorsunuz. Uğradığınız limanlarda ziyaret edilen köy, kasaba ve şehirler size Rusya’nın farklı yönlerini görme ve büyük şehirlerle kıyaslama olanağı sağlıyor. Üstelik pahalı sayılmaz, belli başlı tur operatörleriyle gelebilirsiniz buraya, 10 günlük turun yaklaşık maliyeti kişi başı 1200-1300 Avro.

AVRUPALI KADINLAR RUS KADINLARA ÇOK KIZIYOR

Anekdotunuza dönersek, bir de ikinci kısmı var. Türkiye’de Rusya denilince özellikle erkeklerin aklına ilk anda Rus kadınları geliyor…
Rus kadınlarının güzelliği herkesçe malum. Dünyada bu kadar sayıda güzel kadını bir arada görebileceğiniz ikinci bir ülke var mı bilmiyorum. Ancak Rusya ile ilgili birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanış bilgiler ve önyargılar var. Rus kadınları kolay kadınlar veya hafif kadınlar olarak algılanıyor. Rusya’yı iyi tanıyan ve seven biri olarak bu beni çok rahatsız ediyor. Rusya’da cinsel tabular, insanların özel yaşamlarına müdahale yok. Kadın erkek birliktelikleri olması gerektiği gibi ve tüm doğallığıyla yaşanıyor.

Neden kolay kadınlar olarak algılanıyorlar?
Genelde kadınlar günlük hayatta aktif rol alıyorlar, bağımsız ve güçlü bir kişiliğe sahipler. Böyle olduğu için de kendinden emin ve rahat davranıyorlar. Dişiliklerini ön plana çıkarmaktan, içlerinden geldiği gibi hareket etmekten çekinmiyorlar. Bu tür davranışlar da bizde genellikle farklı şekilde yorumlanabiliyor. İş hayatında aktif olan ve her işi yapan kadınlar ev işlerini de üstlenip ev kadınlığı yapmaktan yüksünmüyor. Avrupalı kadınlar mesela bundan dolayı Rus kadınlarına çok kızıyor.

Sizin orada bulunmanızda rolleri var mıdır peki?
Evet, burada kalmamda her biri aktris olabilecek kadar güzel bu kadar çok kadını bir arada görmüş olmamın da büyük rol oynadığını itiraf etmeliyim.

Türk-Rus evlilikleri çok yaygın bildiğim kadarıyla…
Aslına bakarsanız iki ülke insanları birbirleriyle iyi anlaşıyor. Rusya bizim gibi bir Avrasya ülkesi. Yani ne tam batılı ne de tam doğulu. Bu nedenle zihniyet olarak bir birimize benziyoruz. Bu Rus-Türk evliliklerinin bu kadar çok olmasının da bir nedeni olabilir. Rus-Türk evliliklerinin 200 bini bulduğu söyleniyor. Bunlardan 60 bini Türkiye’de yaşarken geri kalanı Rusya’da yaşayan aileler. Ben bu evliliklerin daha da artacağını düşünüyorum. Genellikle Rus kızları Türk erkekleriyle evleniyor. Tersi durumlar da var ama sayıları çok fazla değil.

Türk erkeklerini tercih etmelerinin başka nedenleri var mıdır?
Evet, Türk erkeğinin aileye daha çok önem vermesi, kadını sahiplenmesi ve daha fazla ilgili olması.

Akşam 21.06.2008

sergi/ Doğu’nun tüm ‘güzelliklerini’ keşfedin









Afrika çöllerinden İstanbul manzaralarına, Mustafa Kemal’den Nicolas Sarkozy’e, ‘insan hayvanat bahçeleri’nden ‘erotik’ diyarların keşfine uzanan ‘renkli’ bir oryantalizm macerasına ne dersiniz? ‘Enteresan’, ‘gizemli’,‘erotik’
ve ‘ilkel’ Doğu sizi bekliyor.


Doğu’nun tüm ‘güzelliklerini’ keşfedin

Açık kaldığı 190 gün boyunca 30 milyondan fazla kişi tarafından ziyaret edilen bir sergiyi gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz? İhtişamlı övgülerin bile anlamını yitirdiği böyle bir sergiyi canlandırmak çok kolay olmasa gerek. Günümüzün en popüler müzelerinden Tate Modern’in ve Louvre’un yılda ortalama 6 milyon ziyaretçiyi ağırladığını duymak canlandırmanıza yardımcı olabilir mi acaba? Yaklaşık üç yıllık bir hazırlığın ardından 1931’de Paris’te açılmıştı söz konusu sergi. Bu devasa organizasyonda 5 bin metrekarelik alanda 55 metre yüksekliğe varan tapınakların birebir kopyaları, ‘otantik’ yerleşimler ve buralardaki günlük hayat ‘sanatseverlerin’ ilgisine sunulmuştu. Serginin herkeste merak uyandıran esas ‘objeleri’ ise Çin’den Ortadoğu’ya, Afrika’dan Amerika’ya uzanan geniş coğrafyadan seçilen, farklı ‘egzotik’ dünyaların 1.500 kadar yerli insanıydı.

Aslında sömürgeciliğin en karanlık yüzünü gösteren bu tür uluslararası sömürge sergilerini ilk kez 1874 yılında, o zamana kadar hayvanat bahçeleri için hayvan tedarikçiliği yapan Alman girişimci Karl Hagenbeck icat etti. Zamanla ‘insan hayvanat bahçeleri’ adıyla anılacak bu canlı sergilerden ‘Bir Günde Dünya Turu’ gibi gayet masum başlıklar altında 1930’lu yıllara kadar onlarcası düzenlendi ve ‘asıl meselesi’ Afrika’yı da kapsayan bir ‘doğu’ mitini insanlara tanıtmaktı.

Tüm bu sergilerin taşıdığı oryantalist mesaj, 1978’de bu konu üzerine yazmış olan Edward Said’in belirttiği gibi apaçık politik anlamlar içeriyordu; giyimleri kuşamlarıyla, gelenekleriyle ve davranışlarıyla bu enteresan ‘seyirlikler’ gerçekte medeniyetten nasibini almamış ilkel insanlardı ve üstün ‘batı’ tarafından yönetilmeyi hak ediyordu.

Sömürge sergilerinin mantıki sonuçlarına ulaştırdığı oryantalizm, bugünlerde Osmanlı Bankası Müzesi’nde açılan ‘Doğuyu Tüketmek’ başlıklı serginin konusu. Prof. Dr. Edhem Eldem’in küratörlüğünü üstlendiği 2 Mart 2008’e kadar sürecek sergi, 19. yüzyılın sonlarından itibaren batının tüketim kültüründe, tüketicinin hayal gücüne ve arzularına cevap verecek şekilde gelişen doğu imajını ve bu imajın yayılmasına imkan veren reklam afişleri, çizgi romanlar, gezi rehberleri, kartpostallar, resimli ambalajlar gibi araçları konu ediyor.

Sergide en çok dikkat çeken, Eldem’in özel bir ayrıcalıkla ulaştığı Kazablanka’daki Abderrahman Slaoui Vakfı’nın paha biçilmez koleksiyonundan seçtiği büyük boy afişler. Görkemli tabloları andıran afişlerde (ve tabi bütün diğer sergi objelerinde de) ‘doğu’ sürekli benzer klişelerle yeniden ‘keşfediliyor’; çöl, kum, palmiyeler, piramitler, minareler, develer, çarşaflı kadınlar ve kullanımının sonu hiç gelmeyecekmiş hissi veren, ‘doğu’ya gönderme yapmanın belki de en işlevsel ve yaygın yöntemi, mimari bir unsur olan mağribi tipi kemerler…

ORYANTALİST MUSTAFA KEMAL
Oryantalist bakış açısını tipik klişeler, cazip çizimler ve canlı renklerle taşıyan bu büyük afişler arasında dolaşırken gördüğünüzde şaşıracağınız küçük bir siyah beyaz fotoğrafla karşılaşacaksınız: Genç Mustafa Kemal, Sofya sefaretinde askeri ateşeyken davetli olduğu bir maskeli baloda, yeniçeri kıyafetleri içinde bir eli kılıcının kabzasında gayet rahat bir poz vermiş. Bu matrak fotoğraf aslında oryantalizm denen şeyin ne denli güçlü olduğunun ve batılılaşmaya çalışan Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bu bakış açısını, kendi oryantalizmini yaratmaya götürecek kadar kabullenişinin göstergelerinden biri olarak okunabilir. Bir zamanların ‘geleneksel’ ordusunun kıyafeti, bu genç ve modernist subay için artık maskeli baloda sergilenecek egzotikliğe dönüşmüştür.

ORYANTALİZM: İKİYÜZYILLIK BİR MACERA
Aslında hangisinin daha fazla önem taşıdığına karar vermenin kolay olmadığı pek çok etkenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı oryantalizm. Yine de hızlı bir tarih yolculuğuyla bu kavramı anlaşılır kılmak mümkün. 18. yüzyılda Avrupalılar için Doğu Akdeniz’e ulaşmak önceki dönemlere göre kolaylaşmıştı. Doğuya özel olarak gönderilen ressamların sayısı artmış, doğudan gelen nesneler, giysiler aracılığıyla üst sınıflar arasında ‘turquerie’ modası yayılmıştı. Hep hayranlık, merak ve hatta nefretin oluşturduğu doğu imajına 18. yüzyılın sonlarına doğru üstünlük duygusu da eklendi, zira Osmanlılar artık bir yüzyıl öncesinin ‘korkunç Türkler’i değildi. Batı ile Doğu arasındaki ilişkilerin kırılma noktasını temsil eden Napolyon’un 1798’deki Mısır işgaliyse, iki dünya arasındaki karşılıklı algılamanın sonsuza kadar değişmesine neden oldu. Byron, Delacroix, Hugo gibi dönemin ünlü yazar ve sanatçıları ihtişam ile çöküşün, barbarlık ile kahramanlığın, güzellik ile yozlaşmanın birbirine karıştığı yeni bir Doğu imajının yaratılmasının öncüleri oldular. 1826’da oryantalizm terimi ilk kez Fransızcada kullanıldı. Başlangıçta, ‘batının, uygarlığını doğuya borçlu olduğunu’ savunan teorinin adı olarak kullanılan terim kısa zaman sonra ‘doğulu tarzın taklidi’nin ve ona duyulan düşkünlüğün ifadesine dönüştü.

1830’da Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetindeki Cezayir’e girmesi ve daha sonraları bunu diğer yerlerin izlemesi, Doğuya yüklenen yeni bir imajla ve yaratılan yeni bir tür merakla paralel ilerledi. Bu ‘izmler çağı’nda turizm denen bir şey icat edilmiş ve Doğu da gezilip görülecek, keşfedilecek bir ‘macera’, tüketilecek bir meta olarak pazarlanmaya başlanmıştı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Doğu imajı sabundan havayolu şirketine, sigaradan demiryollarına, çikolatadan bankaya kadar akla gelebilecek her ürünün pazarlanmasında kullanılmaya başlandı, tabi yüz yıldan beridir kendisini temsil eden klişelerle. Doğu’nun büyük klasiği ‘Bin Bir Gece Masalları’ Batı’da ilk kez 1704’te yayınlanmıştı, fakat sahip olduğu erotizmin feda edilmediği ilk çeviriyi Richard ‘Kirli Dick’ Burton 1885’te yayınlayınca hiç de küçümsenemeyecek bir etki yarattı. Erotizmin, Doğu imajının ayrılmaz bir parçasına dönüşmesinde Bin Bir Gece Masalları’nın büyük bir rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sergideki afişlerde bu etki belirgin biçimde yansıyor. Örneğin 1930’lu yıllara ait bir afişi omuzunda testi taşıyan çarşaflı bir kadın dolduruyor. Fakat aslında kadın bedeninin yabancı gözlerden sakınılması için kullanılan çarşaf burada, çekici kadının vücut hatlarının cömertçe vurgulanmasına yaramış. Bu erotik afişin Fas Demiryolları’nın reklamı olduğunu öğrenmek şaşkınlık verici olabilir. Eğer 1930’lu yıllarda yaşayan bir Avrupalı olsaydınız mesajı algılamanız hiç de güç olmayacaktı: Demiryoluyla yolculuk yapmak Fas’ın apayrı ‘güzelliklerini’ keşfetmek demektir.

‘AHLÂKSIZ VE PASPAL ARAP SARKOZY’
Serginin küratörü Eldem, çok güçlü bir etki yaratmış ve batının doğu üzerindeki iktidarının fikri düzeydeki yansımasını ifade eden oryantalizmi, kimi zaman karşılaşılabildiği gibi büyük bir komplonun ya da hain bir planın parçasıymış gibi ele almamak gerektiğini söylüyor. Örnek olarak ise günümüz Fransa’sının son zamanlarda yeniden popüler olan oryantalist kahramanı İznogoud’u (‘İs no good’; işe yaramaz) gösteriyor. 1961’de Jean Tabary ve Rene Goscinny’nin yarattığı çizgi karakter İznogoud sivri sakallı, paspal, hain, açgözlü ve ahlaksız bir Arap sadrazamdır. Hayattaki tek amacıysa iyi kalpli, uysal, tembel ve son derece aptal halifenin yerine halife olmaktır. Ama tahmin edersiniz ki planlarında daima başarısız olur, aptal halife ise onun bu planlarının farkına bile varmaz. Arap klişelerinin bu en somut örneğinin günümüzün Fransızları için çağrıştırdığı şey ise kendi cumhurbaşkanları Nicolas Sarkozy’den başkası değildir. Sarkozy, “cumhurbaşkanının yerine cumhurbaşkanı olmak” istediğini söylediğinden beri İznogoud farklı bir bağlamda yeniden popüler oldu.

Burada serginin bir bölümünün, Türkiye’de oryantalizmin farklı biçimlerde yeniden üretilmesine ayrıldığını belirtmek gerek. Batılılaşmaya çalışan Osmanlı’nın bu yöndeki çabaları ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğulu kökleriyle ilişkisini tamamen kesmesi, aynı zamanda oryantalizmin yeniden üretilmesini sağlamıştı. Batının kendisini de kapsayan Doğu imajına bir tepki olarak, aynı zamanda Batının üstünlüğünü kabul ettiğinin açık göstergesi sayılabilecek biçimde Osmanlı ve Türkiye, söz konusu imajı kendi topraklarındaki ‘daha Doğulu’, ‘diğer’ unsurlara ve Araplara yükledi. Eldem’e göre bir zamanlar Türk musikisinin, yakın geçmişte ise arabeskin ve göbek dansının yasaklanması da günümüzün popüler deyimi ‘Beyaz Türk’ kavramı da oryantalist bakış açısının hala canlı olduğunun çarpıcı göstergeleri.

Sergiyi gezerken oryantalizmin size de ilginç gelecek farklı yanlarını, bu yazıya sığmayacak ipuçlarını fark ederken bu ‘renkli’ macerayı zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bitireceksiniz.

Akşam/ Brunch Şubat 2008

80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans


Karaca, Minkari ve Boysan, Çığ'a 'kraliçemiz' diyerek sesleniyorlar.
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Eğlenceli muhabbetlerine doyum olmayan, yaşları seksenini aşmış dört ünlü isim; Aydın Boysan, Tarık Minkari, Hayrettin Karaca ve ‘kraliçeleri’ Muazzez İlmiye Çığ cumartesi akşamları ‘Giderayak’la karşımıza çıkıyorlar. Dört ‘hınzır’ın ortak imzalarını attıkları program televizyonun kült yapımları arasına girmeye aday.




80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans

Kimi zaman televizyonda katıldıkları sohbet programlarında izleme fırsatı bulduk onları, kendi alanlarındaki engin birikimleri bir yana aynı zamanda epey eğlenceli sohbetleriyle de hafızalarımızda yer ettiler. Bugünlerdeyse konuk oldukları değil, bizzat kendi imzalarını attıkları ortak programlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, mimar Aydın Boysan, cerrah Tarık Minkari ve kurucusu olduğu TEMA vakfıyla tanıdığımız Hayretin Karaca dörtlüsünün cumartesi akşamları Kanal B'de ekrana gelen programlarının adı 'Giderayak.

Sunucuları sırasıyla 93, 86, 83 ve 87 yaşlarında olan bir programın adının 'Giderayak' olması elbette ilginç. İsim, içlerinde neşesi ve matraklığıyla en fazla ün yapmış olan Boysan'a ait. "Maksat hınzırlık olsun" diye bulmuş bu ismi Boysan, bir ara akıllarına 'Henüz Vakit Erken' diye bir isim de gelmiş diğerlerinin ama 'hınzırlık'ta anlaşmışlar sonunda. Çığ, "anlatacağımız daha çok şey var, o yüzden bu program önemli bizim için, gitmeden önce bir faydamız dokunsun memlekete" sözleriyle programın amacına işaret ederken, içlerinden en genç olan Minkari kahkahalar arasında "yaşlı programı gibi görünmesin diye beni davet ettiler, kabul ettim ben de ne yapayım" diyor. Programın moderatörlüğünü yürüten Karaca ise dördüncüsünü hazırladıkları programın bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmediğini söylerken gelen e-mail'lerin çokluğundan bahsediyor. "Ama" diye de ekliyor; "soruları cevaplayamıyoruz programda, bir saat süre var zaten, biri konuşmaya başlayınca susmak bilmiyor bir türlü, kulaklarını çekeceğim artık, susturup sözü başkasına vermek de kolay iş değilmiş o kadar."

Televizyonculuk tarihine geçmeye aday ilginç programın, bu akşam yayınlanacak bölümünün Sabancı Müzesi'nde yapılan çekimleri öncesinde ve sonrasında konuşma fırsatı buluyoruz dört büyük isimle. Bir araya gelenler muhabbeti tatlı, görmüş geçirmiş kişiler olunca insanın kafasında 'neydi o eski günler' formatında bir program canlanıyor daha çok. Fakat tam olarak öyle değil; Giderayak 'derdi' olan bir program ve zamanımıza, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullara ilişkin kaygılardan doğmuş.

"Hayrettin'le her buluştuğumuzda bir şeyler yapmamız gerektiğini konuşuyorduk, elimize pankart alıp sokağa mı çıkalım, 80’ler kulübü mü kuralım, çarşaf giyip protesto mu edelim, ne yapalım diye düşünüyorduk" sözleriyle memleket hallerinden duydukları rahatsızlığı dile getiriyor Çığ. Ona göre Türkiye, sonunda laikliğini yitirebileceği olumsuz bir süreçten geçiyor; "derken bulduk ne yapacağımızı, Hayrettin bir televizyon programı yaparsak sesimizi daha iyi duyururuz dedi, öylece başladı." İkili bir kez karar verince devamı çabuk gelir, önce Çığ'ın gençlik yıllarından beri samimi arkadaşı olan Minkari'yi, ardından da onun "rakı sofrasından muhabbet arkadaşı" Boysan'ı ikna edip aralarına alırlar. Hiçbirinin üstlenmek istemediği sunuculuk ise programı icat ettiği için Karaca'nın üzerine kalır.

Programın kendine özgü yanlarından biri, çekilecek bölümün ne hakkında olacağının son ana kadar belli olmaması. En azından bizim izlediğimiz bölüm öyle çekildi, yapımcıya "ne konuşulacak" diye sorduğumuzda cevabı, "bilemiyorum, ne istiyorlarsa onu konuşuyorlar" şeklindeydi ve oturma düzenine geçilmeden hemen önce Karaca'nın önerisiyle "cumhuriyet"in konuşulmasına karar verildi. Son olarak Karaca ile Minkari'nin arasında, "kraliçem" diye hitap ettikleri Çığ'a kimin daha yakın oturacağı konusundaki tartışma da Çığ'ın "çocukluk yapmayın kulaklarınızı çekerim şimdi" şeklindeki müdahalesiyle tatlıya bağlanınca çekimler başlayabildi.

BUNDAN SONRA 15 GÜNDE BİR
Aslında gerek zihin açıklığı gerekse de eğlenceli ve esprili sohbetleriyle yaşlarını fazlasıyla aşan canlılık sergilemelerine rağmen bir program rutini içinde her hafta toplanmak kolay değil. Çekimlerde bu zorluğu yaşamış olacaklar ki işler tamamlandığında bundan böyle her hafta değil de iki haftada bir program yapmayı teklif ediyorlar yapımcı Hüseyin Taşkın’a, o da kabul ediyor tabii.

Çekimler esnasında hepsi yanlarında getirdikleri kırmızı kazak ve ceketlerini giyiyorlar. Taşıdıkları kaygıların bir ifadesi olarak bayrak rengi kırmızıyı giymeyi tercih etmişler programda. Kendisini devrimin bir temsilcisi olarak gördüğünü söyleyen Çığ, verilmek istenen mesajı daha belirgin kılmak için bundan sonra kırmızı renkli Giderayak tişörtleri yaptırmak istediğini söylüyor. “Peki bu kadar uğraşıyorsunuz, geleceğinden umutlu musunuz ülkenin?” diye soruyoruz. “Umutlu olmasam burada işim ne, değil mi” diyor Çığ; “Batının 400 yılda yaptığı reformları, rönesansı biz çok kısa sürede yaptık, padişahlığı devirip cumhuriyeti kurmak, laikliği getirmek kolay mı, daha tamamlanmadı ama işimiz, çalışmaya devam etmek lazım.”

Fakat olaya farklı bir açıdan yaklaşan Boysan Çığ’la aynı fikirde değil; “Şimdiki insanlar konforu uygarlık sanıyor, bu böyle değil aslında, cumhuriyetin ilk zamanlarında akan suyu, buzdolabı, daha bir sürü şeyi olmayan ahşap evlerde yaşardık mesela, kedilerle hatta farelerle iç içe, şimdiki gibi rahat değildik yani, yoksulluk vardı ama mutluyduk çünkü umudumuz vardı, Türkiye’nin on yılda büyük devletler arasına katılacağına inanırdı çoğu kişi. Şimdi öyle mi peki, ‘Türkiye yakında büyük devlet olacak’ de bakayım sana ne derler?”


ÇIĞ: ‘LAİKLİK YOKKEN BİLE KIZLAR BAŞLARINI ÖRTMEYİ REDDETMİŞLERDİ’
Muazzez İlmiye Çığ iki yıl önce, bugün hararetli tartışmalara konu olan türbanı Sümer tapınaklarındaki fahişelere dayandırdığı için açılan davayla kamuoyunun gündemine gelmişti. Ona göre kadınların kafasının bu “bohçaya” sokulması ve ikinci sınıf vatandaş yapılması kadınlardan çok erkeklerin derdi; “daha 1918 de kız öğretmen okulunda kızlar ‘başlarımızı örtmeyeceğiz’ diye baş kaldırmışlardı, ne kıyafet kanunu ne de laiklik vardı, 1923, 1924, 1925 yıllarında çıkan okul resimlerinde hiçbir kızın başı örtülü değildi, ondan sonra da kimse düşünmedi bunu. İlk olarak 1981’de mecliste Mehmet Yamak diye bir milletvekili mecliste ‘imam hatip kızlarının başı örtülsün’ diye demeç verdi, ondan sonra başladı bu işler, ben hemen kendisine, bizde bir rahibe sınıfı olmadığını ve laik devletin okullarına din kıyafeti ile girilemeyeceğini yazdım bana katılan olmadı.”


MİNKARİ; ‘DAYANIŞMA RUHUNU YENİDEN BULMAMIZ LAZIM’
Dördünün de kaygıları ortak, amaçları memleket vaziyetlerine ‘hınzır’ bir bakış atmak. Öte yandan iş ciddi de, biraz yakınarak “buraya maskaralık yapmaya çıkmıyoruz” diyor Çığ, şimdiye kadar kendilerine Beyazıt Öztürk’ün ya da Okan Bayülgen’in şov programlarını hatırlatanlar eksik olmamış. Program için seçtikleri ‘cumhuriyet’ konusuna kısa sürede başarıyla motive olmalarından kaynaklansa gerek, sorduğumuz soruların çoğunu cumhuriyet ve demokrasinin önemiyle bağlıyorlar. Durum böyle olunca da tabii, en azından dinleyiciler için işin en keyifli yanını oluşturan anılara dönmek kaçınılmaz oluyor.

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli cerrahlardan olan Minkari için cumhuriyetin kıymeti yoksulluk içinde gösterilen olağanüstü çabayla kurulmasından kaynaklanıyor. 44 yıl aralıksız çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir zamanlar ameliyatları nasıl yaptığını anlatıyor Minkari: “Savaş yıllarıydı, yeterli ekibimiz yoktu çünkü savaşlardan dolayı Cumhuriyet yeterli doktor yetiştirememişti, ameliyatları sınırlı ekiplerle, eksik malzemeyle yapardık ama yabancı doktorlar bile şaşırırlardı başarı oranına. Bir gün ameliyat için dikiş ipliği kalmamıştı, askeri hastaneden istedim onlarda da yoktu, daha sonra bir gazetede Japonya’dan balık avlamak için çeşitli ipliklerin ithal edildiği haberini gördüm, hemen koştum balıkçılara, hamsi yakalamak için örülen ağların iplikleri iyiydi, kilolarca ip aldım, baya bir süre o iple ameliyat yaptık, başarılı da oldu.”

Karaca’ya göre şimdi ihtiyacımız olan şey, epey bir zamandır kaybedildiğini düşündüğü dayanışma ruhu. “Varlıklı bir ailede büyüdüm ben ama mahallemizde hali vakti yerinde olmayanlar da vardı, yine de bir paylaşma düzeni olduğu için mesela komşu teyzenin yemeğini, yakacağını başka komşuları verirdi, akşam olunca annem elime bir tabak yemek tutuşturur kulağıma ‘bunu komşu teyzeye ver ‘ derdi, duyacak birileri yoktu ama ‘kimse görmesin’ mesajıydı bu, dayanışma bir kültür meselesi, kaybettiğimiz şey de bu, yeniden bulmamız gerek.”

Akşam 22.03.2008

İşveli, nazlı, ay parçası, ateş dudaklı kadınlar


İşveli, nazlı, ay parçası, ateş dudaklı kadınlar




“Hangi kadın yatakta, hangisi ev işlerinde iyidir?” “Rus kadınları mı daha cazibelidir, İngilizler mi?”, “Cezayirlilerle Tunusluları birbirinden ayıran cinsel özellikler nelerdir?”, “İstanbul’da kaç cins kadın yaşar…” Bundan 150 yıl önce Enderunlu Fazıl’ın kafasını meşgul eder bunun gibi sorular. Bir bir araştırır ve dünyanın tüm kadınlarının kitabını; “Zenanname”yi yazar. Kitap dillere destan olur, ardından yasaklanır (ama muzırlıktan değil). 150 yıl sonra, yani bugün, Osmanlı’nın yasaklanan bu ilk kitabı yeniden basılır…



“Rus kadınları çirkin, sarı yüzlü, mavi gözlü, uğursuz, soğuk, yılan gibidir…” Bugün bu sözleri birinden duysak, en azından büyük çoğunluğumuz “amma da zevksizmiş” deriz herhalde. Döneminin genel beğenisini ne kadar yansıtıyordur bilmiyoruz ama Rus kadınlarını anlatırken böyle söylemiş 18.yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl.

Yalnızca Rusları değil farklı milletlerden, kültürlerden pek çok kadını anlatır Fazıl… Amerikalı kadınları “çirkin, hayvan şeklinde, yedi ayda doğuran, şehvetli kadınlar” gibi tanımlamalarla yerin dibine batırırken, Rum kadınlarına “taşkın, cilve hazinesi, ince, nazik, gonca ağızlı, sarhoş gamzeli, gül memeli, dudu dilli” sözleriyle methiyeler düzer, ya da “namuslular, aşifteler, fahişeler ve seviciler” diyerek sınıflandırdığı İstanbul kadınlarına “parlak yüzlü, güzellik mayası, güzel yaradılışlı, güzel ahlaklı, pembe tenli, gonca yanaklı, cinsi alem mecmuası” sıfatlarını yakıştırır.

Enderunlu, tüm dünya kadınlarından resmigeçit yaptırırcasına söz ederken en ufak ayrıntıları bile atlamaz. Hangi kadının yatakta, hangisinin ev işlerinde daha iyi olduğundan, kimin neresinin güzel olduğuna, kimin nelerden hoşlandığına kadar çeşitli tespitler yapar; “Rus kadınları mı daha cazibelidir, İngilizler mi?”, “Cezayirlilerle Tunusluları birbirinden ayıran cinsel özellikler nelerdir?”, “kadınlar hamamında ne yenilir, ne içilir ve de nasıl kavga edilir?”, “İstanbul’da kaç cins kadın yaşar?” gibi akla hayale gelebilecek her türlü soruya kendince cevap verir.

Onun cevap aradığı sorulardan belli ki, her ne kadar beğenileri günümüzden farklılık gösterse de o zaman erkeklerinin kafalarını kurcalayan sorular da üç aşağı beş yukarı bugünküyle aynıymış. Enderunlu Fazıl uzun, zahmetli ve yorucu araştırmasını “Zenanname” adlı el yazması kitabında toplar. Kitap bir kere dillere düşünce de korsan baskıları “yazılır”, “çok satanlar listesine” girer ve mısraları ezberlenip kulaktan kulağa yayılır.

Kitabın bu kadar çok tutulmasının nedeni tabii ki yarattığı düşsel kadın dünyasıyla, kendi çağının erkeklerine eşsiz bir fantazi sunmasında yatıyor. Tıpkı Doğu Hint kadınlarını betimlerken kullandığı “yüzü gözü kara kadınlar, çiftleşmeye talip olmazlar, soğuklar, onlarla cinsel ilişkiye giren ‘dondurma’ olur, ‘alet’ yerine bu kadınlara ‘meşale’ gerekir” sözlerinde olduğu gibi, zamanın erkek kültürünün yarattığı bakış açısıyla, argoyla ve önyargılarla kurulmuş bir fantazi bu.

Zenanname, günümüzü çağrıştıran başka bir olaya da vesile olur. Fazıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de İstanbul’da kitabın matbaa baskısı çıkar. Fakat matbu nüshalar o zamana kadar görülmemiş bir uygulamayla sansüre uğrayarak devlet eliyle toplatılır. Toplatılma nedeni “muzır” bulunması ya da kimi yerlerinde kadınları aşağılaması değil (bu ikincisi nedeniyle sansüre uğramayacağını tahmin edersiniz zaten), bir bölümünde nikaha karşı çıkılmasıdır. İlginç bir diğer durum ise toplatma kararını ne sarayın, ne şeyhülislamın ne de iç işleriyle ilgili bir makamın değil de, Dışişleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın vermesidir.

İşte o yasaklanmanın ardından efsaneler arasına girerken bir daha da haber alınamaz Zenanname’den. Ta ki 150 yıl sonrasına, yani bugüne kadar. Osmanlı’nın yasaklanan bu ilk kitabı, “Zenanname: Kadınlar Kitabı” adıyla yeniden yayınlandı. Filiz Bingölçe’nin hem Türkçe hem de İngilizce biçimiyle yayına hazırladığı kitap Alt-Üst Yayınları’ndan çıktı.


UZUN VE ZAHMETLİ BİR ÇALIŞMA
Enderunlu Fazıl, Zenanname’yi uzun, zahmetli ve zor çalışmalar sonucunda ancak kaleme alabilmiş. Şimdi tabii pek çok kişi bu işin Fazıl’a neden bu kadar zor geldiğini merak ediyordur, cevabı kendisinin eşcinsel olmasında saklı. Aslında, uzun bir şiir biçiminde yazdığı Zenanname’nin sefahat kısmında söylediği gibi, “divan şiirinde kadınların sözünü açmak bile yersiz”dir Enderunlu Fazıl için. Buna rağmen kendisini yer yüzünün tüm kadınlarını yazmaya mahkum ettiren ise “delikanlı” sevgilisidir.

“Yaz” der, bizimkisinin “delikanlı” sevgilisi. Bizimkisi, “hayır, yazamam”, “ben kadından ne anlarım” türünden cevaplar verse de “delikanlı” ısrarlı ve acımasızdır; “eğer yazmazsan gidip düşmanınla birlikte olurum” diyerek gözdağı verir. Artık bizimkisi çaresiz kalmıştır, kağıda kaleme sarılır ve daha önce “Hubanname”de erkeklerini anlattığı milletlerin birer birer kadınlarını yazmaya başlar. Ortaya “Hubanname”den daha uzun bir “Zenanname” çıkacak, Enderunlu Fazıl kulaktan kulağa “kadınların uzmanı” olarak nam salacaktır…

HANGİ KADIN GÜZEL, HANGİSİ CİNSEL AÇIDAN HARARETLİDİR?
Zenanname’de sırasıyla; Doğu Hindistan, Acem, Bağdat, Mısır ve Kahire, Sudan, Habeş, Yemen, Fas, Cezayir ve Tunus, Hicaz, Şam, Halep, Anadolu, Akdeniz, İspanya, İstanbul, İslam ülkelerindeki Avrupalılar, Rum, Ermeni, Yahudi, Çingene, Rumeli, Arnavut, Boşnak, Tatar, Gürcü, Çerkes, Leh, Avusturya, Rus, Avrupa, İngiliz, Hollanda ve Amerika’lı kadınları anlatır Enderunlu Fazıl. Anlatırken de fiziksel özelliklerinden tavırlarına kadar, en ince ayrıntıları bile atlamamaya çalışır:

Halep kadınları: Hoş simalı, akçıl, hasta yürüyüşlü…
Anadolu kadını: İşveli, yeni tarzlı, nazsızdır. Gerdek adetleri beterdir.
Akdeniz kadınları: Gönül çekici…
Rus kadınları: Çirkin, sarı yüzlü, mavi gözlü, uğursuz, soğuk yılan gibi. Fazıl’ın “şeytanın ocağıdır kafir” diye anlattığı bu kadınlar cinsel açıdan hararetlidir.
Kıbrıs kadınları: Çirkin…
İspanyol kadınları: Endamlı, uzun boylu, gümüş tenli, yasemin yaprağı gibi.
Gürcü kadınları: Ay yüzlü cazibeli, gönül çekici, ahlakı güzel, merhametli ve mert.
Çerkez kadınları: Ay parçası, ateş dudaklı, süslü, kılsız, temiz huylu.
Bulgar kadınları: Pis…
Hırvat kadınları: Jaleden hoş, rüzgardan hasta, teni gül rengi, nazlı...
Leh kadınları: Güzel, uzun, seçkin, zina sanatında usta, kılsız, lekesiz, nazik…
Avusturya kadınları: Kadınların cadısı, naz kutusu, teni billur, siyah samur saçlı, nazik.
Avrupalı kadınlar: Hoş. Gençlerinin teni gümüş külçe gibi. Türlü elbise ve ziynet takarlar. Hızla çoğalırlar.
İngiliz kadınları: Hoş simalı, süslü, edalı, ziynetli, tantanalı…
Hollanda kadınları: Tavrı fena, safran gibi sarı, cazibesiz aşifteler…
Amerika kadınları: Çirkin, hayvan şeklinde, yedi ayda doğuran, şehvetli kadınlardır.

Akşam/ Brunch Ocak 2007

28 Kasım 2008 Cuma

kitap/ Ahmet Ümit/ Başkomser Nevzat bu kez tarikatçıların peşinde


Başkomser Nevzat, çizgi roman sayfalarında iki yıl önce başladığı maceralarının ikincisiyle, gecikmeli de olsa karşımızda. Ahmet Ümit ve İsmail Gülgeç imzalı “Tapınak Fahişeleri”, kadınları kullanarak güç sahibi kişilere şantaj yapan bir tarikatı anlatıyor. Sürükleyici polisiyede sayfaları çevirirken tanıdık yüzlerle karşılaşacaksınız.



Ahmet Ümit
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Başkomser Nevzat bu kez tarikatçıların peşinde


Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin ancak figüran olabildikleri sürükleyici bir macera; zengin tarikatlar, marjinal ilişkiler, şantajlar, cinayetler… Ve tabii başrolde kırlaşmış saçları, hayatın anlamını çoktan çözmüş edasıyla polisten çok güngörmüş bir bilgeyi andıran, hiç gecikmeden olay mahallinde biten ünlü Başkomser Nevzat…

İki yıl önce “Çiçekçinin Ölümü” macerasıyla çizgi roman sayfalarında cinayetten cinayete koşturan Komser Nevzat ikinci macerasıyla nihayet yeniden karşımızda. “Nihayet” diyorum, çünkü “Tapınak Fahişeleri” adlı ikinci maceranın aylar öncesinden çıkması planlanıyordu. İlk macerayı yayınlayan Doğan Kitap, ikinci albümün çizgilerinde “erkek uzvu” göründüğü için kitabı basmaktan vazgeçince planlar suya düşmüş, yeni bir yayınevi bulunmuştu. Fakat kitap henüz piyasaya çıkmadan, hatta basılmamışken bu sefer Muzır Kurulu’nun sansürüne takılmış ve bir iki karenin kaldırılması gibi kimi “küçük” değişikliklere gidilmişti. İşte “Tapınak Fahişeleri”, Türkiye koşullarını düşünürsek pek çok kişi için hiç de esrarengiz ve garip olmayan bu çileli olaylar zincirinin ardından Güncel Yayıncılık’tan poşetsiz olarak çıktı.

Diyeceksiniz ki “peki basılmamış kitap sansüre nasıl takılır?” Bilenler vardır mutlaka ama esrar perdesini herkes adına aralamak için burada bir parantez açıp, matbaaların nahoş bir sürprizle karşılaşmamak amacıyla basımdan önce kitapların filmlerini emniyete gönderdiğini belirtelim.

Komser Nevzat karakterinin yaratıcısı; “Türkiye gibi zekadan yoksun cinayetlerin işlendiği, işkenceyle ifadelerin alındığı bir yerden polisiye yazarı çıkmaz” tartışmaları arasında kaleme aldığı “Patasana”, “Sis ve Gece”, “Kavim” gibi sürükleyici polisiye romanlarıyla geniş bir okur kitlesi kazanan Ahmet Ümit. Çizeri ise yine bir başka tanınmış isim olan İsmail Gülgeç.

TÜRKİYE’NİN TARİKAT GERÇEĞİ

Ahmet Ümit, Başkomser Nevzat aracılığıyla bu kez “Türkiye’nin tarikat gerçeği”ne değiniyor: Mankenlerin ve ünlü ailelerin çocuklarının da içinde bulunduğu bir tarikat vardır. Güzel kadınları etkileyerek, kandırarak ya da tehdit ederek kendine çeken tarikat, bu güzel kadınları din adına zengin ve güçlü kişilerle birlikte olmaya zorlayıp filme kaydeder. Amaç şantaj yoluyla para ve güç kazanmaktır. Fakat tarikat bir gün sert kayaya çarpınca kan gövdeyi götürecek, olayları çözmekse yine Başkomser Nevzat’a düşecektir.

Her ne kadar Ümit, “çizgi romanda Türkiye’deki herhangi bir tarikatı bire bir kullanmadık” dese de hikaye ister istemez Türkiye’deki bir grubu akıllara getiriyor. Evrim teorisi karşıtı yayınlarının yanı sıra hakkında açılan tehdit davalarıyla da gündeme gelen tarikatı, sayfalarını çevirdikçe karşınıza “gözünüzü bir yerden ısıran” yüzlerin çıkacağı bu çizgi romandan mutlaka tanıyacaksınız.

Fıkralara konu olan bir “çok satma” formülü vardır; kitabın çok satılması için biraz gizem, biraz tarih, biraz erotizm, biraz da din içermesi gerekir. Ama Ümit’in böyle bir hikaye anlatmayı seçmesinin nedeni bu basit formül değil tabii ki.

“Bu hikaye nasıl ortaya çıktı” diye sorunca, beş yıl önce bir arkadaşının başından geçeni anlatıyor Ümit: “Arkadaşım tarikatlardan birinin müridi olan yakışıklı bir adama aşık olmuş. Başlangıçta tereddüt etse de modern biri olduğuna ikna olunca rahatlamış biraz. Beraber olacakları bir gün aşık olduğu adamın lüks dairesine gittiklerinde içeride başka bir adamın da bulunduğunu görmüş. ‘Bu kim’ diye sorduğunda adamdan, ‘benimle birlikte olmak istiyorsan önce onunla beraber olmalısın’ cevabını duyunca şoke olup apar topar evden kaçmış.” Ümit bu olayı dinledikten hemen sonra yazmak istemiş ve “Tapınak Fahişeleri” de böylece ortaya çıkmış.

MACERA TV’DE VE SİNEMADA SÜRECEK

Ümit, Başkomser Nevzat maceralarına gösterilen ilgiden memnun. Üçüncü kitabın konusunu belirlemiş bile, ilkinde olduğu gibi tekrar Beyoğlu’nun arka sokakları bekliyor Başkomserimizi. Fakat yine de üçüncü kitabın çıkmasını “Tapınak Fahişeleri”nin satış rakamları belirleyecek.

Başkomser Nevzat’ı önümüzdeki dönemde ayrıca televizyon ekranında da izleyebileceğiz. Aslında kendisinin maceraları daha önce “Karanlıkta Koşanlar” ve “Şeytan Ayrıntıda Gizlidir” dizileriyle ekranlara konuk olmuştu. Bu kez ise Eylül ayından itibaren atv’de “Kanun Namına” adıyla gösterilecek. Komser Nevzat’ı Altan Erkekli, yardımcılarından Ali’yi Hamit Tekin ve Ayşe’yi de Ece Sükan canlandıracak. Başkomser’in kahramanı olduğu Kavim romanı ise önümüzdeki yıl Plato Film tarafından sinemaya uyarlanacak.

MAHKEME TUTANAKLARINDA BENZER OLAYLARLA KARŞILAŞABİLİRSİNİZ

Tapınak Fahişeleri'nde anlatılanların gerçek kişiler ve olaylarla ilgisi var mıdır?
Aslında biz bu hikayede belli bir tarikatı birebir ele almadık. Ama tabii belli bir grubu çağrıştırıyorsa bu onların vukuatlarının, onlara açılan davaların çok olmasından ve kamuoyunun yakından takip etmesindendir. Gerçek hayatta yaşanıyor böyle şeyler, mahkeme tutanaklarında bu çizgi romanda anlatılanlara benzer olaylarla karşılaşabilirsiniz.

Bu tarikatlar yaygın ve güçlü mü acaba Türkiye’de?
Türkiye’de insanların çoğu tarikat üyesidir aslında. Fakat bu çizgi romanda anlatılan tarikat bildiğimiz geleneksel tarikatlardan değil. Modern bir görünümü var, hitap ettiği zengin kesimden güç alıyor ve gücünü arttırmak için de örneğin kadınları zorla kullanarak belli kişilere şantaj yapmak gibi her türlü gayrimeşru yolu kullanıyor.

Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada, özellikle de gelişmiş ülkelerde var bu tür tarikatlar. Belli bir refah düzeyi yaşanan ülkelerde bencil ve yalnız insanın yaşadığı çaresizliği, ruhsal boşluğu sömürerek yaygınlaşıyorlar. Türkiye’dekiler geleneksel tarikatların etkinliği nedeniyle çok güçlenemezler ama Amerika, Japonya gibi ülkelerde çok güçlü tarikatlar var.

Türkiye’dekilerin dünyadaki bu büyük tarikatlarla ilişkisi var mı?
Tabii bu işlerin belgelerine ulaşamayız ama büyük paralar dönüyor, örneğin evrim teorisine karşı basılıp dağıtılan kitaplar için önemli bir kaynak gerekir, bu kaynakların, zenginliğin nerelerden sağlandığı belli değil. Ama örneğin Amerika’daki Evangelistleri bilirsiniz, Bush’un da desteklediği, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkmalarıyla tanınmış tarikat. Bu tarikatın gelişmekte olan ülkelerde etkisini arttırmak için büyük bir bütçe ayırdığı bilinir.

Aralık 2007/ Akşam-Bruch


27 Kasım 2008 Perşembe

Graham Fuller - Bülent Aras/ ‘Türkiye ilk kez önemli bir oyuncu olacak’



Uzun yıllar Türkiye’de istihbaratçı olarak çalışmış CIA Türkiye masası eski şefi Graham Fuller, Türkiye’nin Ortadoğu’da Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar etkili bir aktöre dönüşeceğini söylüyor. ‘Yeni’ bir Türkiye ‘müjdeleyen’ Fuller’in tezini, bugünlerde çıkan kitabında referans gösterdiği Prof. Dr. Bülent Aras’a sorduk.



Bülent Aras


'Türkiye ilk kez önemli bir oyucu olacak'


Politikayla daha fazla haşır neşir olduğumuz şu günlerde kafasını her gün değişen sıcak gündemden kaldırabilenler, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasının da hayli canlı olduğunu fark ediyorlardır. Özellikle İran, Suriye, Irak, İsrail gibi Ortadoğu ülkeleriyle yoğunlaşan trafik kimimiz için pek dikkate değer bulunmasa da, öngördüğü bu yoğunluğa önemli anlamlar yükleyenler de var.

“Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar iyidir” diyor Graham Fuller, Ortadoğu’yu da işaret ederek. Kendisinin ‘iyimserliği’ yalnızca durum tespitiyle de sınırlı değil; “önümüzdeki on yıllık dönemde Türkiye, modern tarihinde ilk defa Ortadoğu siyasetinde önemli bir oyuncu haline gelecektir.” Fuller’e göre Türkiye’nin dış politikasında Amerika’dan bağımsızlaşma eğilimi, gerişi dönüşü olmayan kararlı bir duruma dönüştü ve artık bu yeni durumun Amerika tarafından da benimsenmesi gerekiyor. Onun bu tezinin dayanaklarıysa şöyle sıralanabilir: Sovyet Rusya’nın çözülüşü ve Avrupa siyasetinin yeniden düzenlenişi Türkiye’ye yönelik başlıca stratejik tehdidi ortadan kaldırmıştır; Washington’un Ortadoğu’daki bölgesel gündeminin Ankara’nın çıkarlarıyla çatıştığı algısı giderek güçlenmiştir ve üçüncüsü Ankara, Müslüman dünya, Rusya ve Çin’le daha fazla stratejik bağlantı kurmuştur. Fuller bu uluslararası konjonktüre Türkiye’nin ‘iç barışını’ sağlamış olmasını da ekliyor ve ‘yeni dönemin’ AKP iktidarıyla sınırlı kalmayacağını düşünüyor.

Kanada’daki Vancouver Simon Fraser Üniversitesi’nde misafir tarih profesörü olan ve RAND adlı ‘think thank’ kuruluşunda analistlik görevlerini yürüten Graham Fuller’in, bahsi geçen değerlendirmelerini içeren kitabı ‘Yükselen Bölgesel Aktör/ Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ önceki günlerde Türkiye’de de çıktı. Burada Fuller’in Türkiye’yle ‘ilginç’ bir ilişkisi bulunduğunu belirtmek gerek. Kendisi 1960’lı yıllardan itibaren 14 yıl boyunca CİA’nın Türkiye’deki istihbarat görevlisi olarak çalışmış. Elbette onun geçmişteki bu görevinin bizler için taşıdığı çekicilikten olsa gerek, kitabın kapağına ‘CIA Türkiye Masası Eski Şefi’ titri iliştirilmiş. Fakat kendisi bu görevinin öne çıkarılmasından memnun sayılmaz; Türkçe baskıya yazdığı önsözde, “bir süre için Türkiye’de istihbarat için çalıştığımı unutun, lütfen bu kitabı sanki arkasında özel bir amaç güdüyormuş gibi okumayın, demek istediğim sadece söylediğimdir, kitap her hangi bir Amerikan politikasını veya istihbarat gündemini ileri taşımak için tasarlanmamıştır” diyor.

Fuller’in tezinden yola çıkarak Türkiye’nin “yeni” dış politikasını, kitabında referans gösterdiği isimlerden birine; Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Bülent Aras’a sorduk.

TÜRKİYE BATI’YA GİDEREK DOĞU’YU KEŞFETTİ

Türkiye’nin dış politikasındaki değişimin dayandırılabileceği belli bir dönüm noktası var mıdır?
Dış politikadaki değişikliği tek bir olayla ya da dönüm noktasıyla açıklamamak gerek. Benim önerim ‘coğrafi muhayyile’ kavramıyla açıklamak. Sınırlar artık olağanüstü durumlar olmadan değişmiyor ama o coğrafyayı algılama biçimleri, o coğrafyayla ilgili uluslararası politikalar değişebiliyor.

Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasını algılaması mı değişti?
Böyle söylemek yanlış olmaz. Ortadoğu’da iki şeyin çakışması sonucu gerçekleşti bu durum; Başat güçlerin o bölgelerle ilgili siyasetlerinde belirsizlik olması ve Türkiye’nin kendi evine çeki düzen verip her şeye rağmen siyasi istikrarı yakalamasıyla. Türkiye önünde açılan manevra alanının iyi değerlendirdi ve dış politika uzun süredir ilk kez bir çerçeveye oturdu. Bunda en büyük rol 1999’da başlayan Avrupa Birliği sürecidir, Türkiye gerçekleştirdiği reformlarla siyaset yapma tarzını değiştirdi çünkü.

Bahsettiğiniz yönelimi ‘yeni bir dönem’ biçiminde mi algılamak gerekir?
Yeni bir dönem biçiminde algılamamak lazım aslında. 2000’li yılların Türkiye’ye dayattığı şey bu biraz. Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilgisi hep vardı ama evine çeki düzen verince o bölgeye yönelik politikaları daha anlamlı oldu. Şöyle söylemek gerek; Türkiye Batı’ya giderek Doğu’yu keşfetti. ‘Komşularla sıfır problem’ yaklaşımı zaten AB sürecinde atılması gereken bir adımdı. AB’nin üç tür entegrasyonu var; ekonomik, siyasi ve güvenlik alanlarında. Bu üçüncü ayağın en önemli dökümanlarından biri, AB üyesi ülkelerin komşularıyla problemsiz dış politika yürütmelerini bağlayan bir doküman. Onun bir yansıması oldu ve bunda başarılı olunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Ortadoğu’da kendi güvenliğiyle ilgili politikaları artık ABD’nin aracılığıyla yürütmüyor, bizzat kendisi bağımsız biçimde inisiyatif alıyor.

Bu konjonktürel durum kısa vadeli mi yoksa geleceği var mı?
Yeni oluşan ‘coğrafi muhayyile’ büyük değişiklikler üzerine kurulu, bunun tekrar değişmesi için başka büyük değişikliklerin yaşanması lazım uluslararası sistemde. Şimdilik bu tür eğilimler görünmüyor. Bir de içerideki ‘siyasi istikrar’ faktörü var, bu ortam kaybolursa yeni dış politikada değişiklikler olabilir. Fakat şimdi bu değişim kendi direnç noktalarını da yaratıyor, kaosa girme eşiği daha yukarıda, artık bir iki bombayla ya da mahkeme kararı kaosa neden olmuyor.

DIŞ POLİTİKA HÂLÂ DEVLET SÜZGECİNDEN GEÇİYOR

AKP iktidarına özgü bir politika olarak değerlendirebilir miyiz yeni yönelimi?
Türkiye’de askerlerin de büyük resme odaklandığını düşünüyorum. AB süreci Türkiye’nin güvenliğine hizmet eden bir süreç olarak algılanıyor. Türkiye’nin bölgesel açılımıyla MGK arasında bir açı farkı yok ve AKP’den sonra da devam edecek bu durum. Türkiye’de dış politika her zaman devlet politikası olarak yürütülmüştür zaten, siyasal iktidarlar tek başına belirlemez. Osmanlıdan miras kalan en önemli geleneklerden biridir bu. Daha demokratik ortamda yapılıyor şu anda ama hala bir devlet süzgecinden geçiyor.

Şimdi Türkiye-ABD ilişkilerini nasıl bir gelecek bekliyor?
İki ülke ilişkilerinin geldiği nokta ilginç. Soğuk savaş dönemindeki Türkiye ABD işbirliğinin bir gereği şuydu; Türkiye zaman zaman kendi çıkarlarına aykırı olsa da ABD politikaları gereğince tutum almak zorundaydı. Örneğin ‘füzeler krizi’nde bunları yaşadık. Yeni işbirliğiyse daha çok eşitler arası işbirliği olacak. Bunun anlamı şudur; işinize gelen noktalarda işbirliği yaparsınız gelmeyen noktalarda kendi yolunuzu çizersiniz. Türkiye’nin şimdi Suriye’ye, İran’a, Irak’a yönelik kendi pespektifleri var ve bu perspektifin birinci motifi Türkiye’nin kendi güvenliği. Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil, mesela Yunanistan ABD karşıtlığının en fazla yaşandığı ülkelerden biri ve daha eşit bir ilişki sürdürüyor. Onlarda da bu durum tam olarak AB süreciyle gerçekleşti.

Fuller’in, Türkiye’nin Ortadoğu’daki prestijini hiç olmadığı kadar arttırdığı yönündeki tespitine katılıyor musunuz?
‘Arap çaresizliği’ diye bir durum var, Arap dünyası öyle bir durumdaki en temel sorunlarını bile çözemiyorlar. Şöyle bir algılama var, ‘biz 20 parçaya bölünmüş durumdayız bizim üzerimizde coğrafi ve siyasi mühendislik yapıldı, zayıf bırakıldık, biz hiçbir şey yapamayız. Bunun pratik yansıması da var, Araplar hiçbir uluslararası örgütte toplanamıyor mesela, bir araya gelip bir sorunu konuşamıyorlar. Sokaktaki insana kadar yansıyan iki tane çok ciddi sorunları var; Filistin ve Irak. Biz Türkiye’den pek göremiyoruz ama bu sorun bütün Arap ülkelerinde devletle toplum arasında bir gerilim oluşturuyor. Bu iki sorunda da Türkiye daha önce zannedildiğinin aksine bağımsız davranıyor ve hiçbir Arap ülkesinin gösteremeyeceği tepkiler verebiliyor. Bülent Ecevit’in ve Tayip Erdoğan’ın İsrail’i eleştiren çıkışlarını ve en önemlisi 2003’teki tezkere oylamasını örnek gösterebiliriz. Türkiye’nin bu yeni bağımsız tutum üzerinde yükselen imajı ciddi ölçüde bir prestije sahip.

DÜNYA ‘YENİ TÜRKİYE’Yİ KABULLENMİŞ GÖRÜNÜYOR

Türkiye’nin yeni dış politikası uluslararası alanda destek buluyor mu? Örneğin ABD ‘yeni Türkiye’yi kabullenebilecek mi?
2003’ten beri üç aşama yaşandı. İlk önce bir şok yaşandı, tezkerenin kabul edilmemesi Amerika için akla gelmeyecek bir seçenekti çünkü. Türkiye’nin ciddi biçimde eleştirildiği ikinci aşama belirsizlik ve güvensizlik aşamasıydı, Türkiye’nin ne başbakanı ne cumhurbaşkanı ABD’ye gidebilir durumdaydı, ‘ilişkiler bitti’ şeklinde bakanlar oldu hatta ABD’de. Fakat üçüncü aşamada Türkiye’nin bölgedeki bağımsız tavrının uluslararası toplumun işine gelebileceği anlayışı ortaya çıktı. Belirsizlik de yerini ‘temkinli güven’ aşamasına bıraktı, Şu anda bunu yaşıyoruz. Türkiye’nin İran’la nükleer program konusunda yapacağı görüşmelere, İsrail ve Suriye arasında yürüttüğü arabuluculuğa, bizzat topraklarına operasyon yapılan Irak’la ilişkilerin en üst seviyeye çıkmasına, Türkiye’nin yeni politikasının uluslararası alanda kabul gördüğünün işaretleri olarak bakılabilir.

Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki rolünden bahsedilebilir mi artık?
Bence BOP modeli şuydu, ilişkilerin soğuk savaş şartları altında devam ettirilmesi çabası. Türkiye’ye BOP’ta biçilen rol, soğuk savaşta olduğu gibi, çıkarlarına aykırı durumlar da olsa Ortadoğu’da ABD politikalarını desteklemek. Türkiye bu şartlar altında işbirliğine razı olsaydı BOP’ta önemli rol alabilirdi ve projenin hayata geçmesinde önemli katkı sağlayabilirdi. Ama bunu istemediğini net biçimde gösterdi 2003’te. BOP’u anlamsızlaştıran bir tepkiydi bu.

Fuller, ‘yeni’ dış politikanın geliştirilmesiyle Türkiye’nin ‘ılımlı İslam’ı keşfetmesi ve ülkenin ‘katı Kemalist elit’in fikirlerinden sıyrılması arasında bir paralellik kuruyor. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?
Pek katılmıyorum bu görüşe. Türkiye cumhuriyet modernleşmesinden uzaklaştığı için bu ülkelerle yakınlaşmıyor. Aslında cumhuriyet modernleşmesini arkasına alarak bu ülkelerle yakınlaşıyor. Bu siyasal olgunluk söz konusu modernleşmenin yarattığı ortamın bir sonucu. Dediğim gibi, Türkiye’nin ‘soft power’ olarak ortaya çıkmasının en önemli kaynağı da, bütün bu politikanın en büyük itici gücü de bizzat ‘modernleşme projesi’ ve AB süreci.

Bir makalenizde dış politikamızın en önemli sorunlarından biri olarak kadro altyapısının yetersizliğinden bahsetmiştiniz…
Türkiye’nin yeni dış politikasını yürütmesi için yeni yeni kadrolara ve bilgi alt yapısına ihtiyacı var. Örneğin Irak’la ilgili Türkmen politikası geliştiriyorsunuz ama bir süre sonra fark ediyorsunuz ki, Türkmenlerin hepsi Sunni değil, bir kısmı da Şii’ymiş. Bunlar sadece belli bir bölgede değil de Irak’ın her tarafında yaşıyorlarmış. Türkiye’nin destek olduğu Türkmen grubu aslında oradaki Türkmenlerin sadece bir kısmıymış. Zamanla elde edilen bu bilgilere başlangıçta sahip olunsaydı belki Türkmen politikası daha farklı olurdu. Bu büyük bir sorun yani.


CİA TÜRKİYE MASASI ESKİ ŞEFİ GRAHAM FULLER:
“TÜRKİYE MÜSLÜMAN DÜNYAYA DEMOKRASİYİ ÖĞRETECEK”

Uzun yıllar CIA Ortadoğu ve Türkiye masası şefi olarak görev yaptınız. Bölgede ilginizi çeken neydi?
Gençliğimden beri Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya karşı büyük bir ilgi duyuyorum. Bu bölge beni kelimenin tam manasıyla büyülüyordu ve sürekli bu bölgedeki diller ve kültürler üzerine çalışmak istiyordum. Bu sırada askere alındım ve istihbarat bölümüne yerleştirildim. Sonuç olarak CIA’de göreve başladım ve Orta Doğu’ya gönderildim. CIA’in adını duymadan çok daha önceleri, Türkiye ve Orta Doğu zaten benim ilgilendiğim bir konuydu. Üstelik bugün, CIA’den ayrıldıktan 21 yıl sonra bile, bu konu hâlâ dikkatimi çekmekte.

AKP’nin Türkiye’nin geleneksel Batı odaklı dış politikasından ayrıldığını iddia ediyorsunuz. “Yeni Türkiye” Ortadoğu’da ne gibi roller üstlenebilir?
Türkiye’nin Müslüman dünyanın geri kalanına demokrasinin nasıl işletileceğini göstereceğini düşünüyorum; Batı ile işbirliği geliştirmenin ya da Batı’dan gelebilecek aksi politik gelişmelere -örneğin Irak’ın işgaline- ‘hayır’ diyebilmenin nasıl mümkün olabileceğini göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’nin başarısı, Türk modelinin bölgedeki diğer ülkelere nasıl yardımcı olabileceğini gösterebilir. Türkiye İslamcı partileri siyasal düzene başarıyla sokabilmeyi başardı ve bu partiler siyasal sahnenin normal birer parçası oldular, giderek ılımlılaştılar. Başka hiçbir Müslüman ülke bu geçişi sağlayamadı. Ne zaman ki AKP’nin politik fikirleri başarısız sayılacak, o zaman bu parti seçimler yoluyla iktidardan ayrılacak, tüm demokrasilerde olduğu gibi. Ayrıca Türkiye, bölge gerçekleriyle; yani İran, Suriye, Hamas, Hizbullah ve diğerleriyle ilişkileri konusunda da Washington’a yardımcı olabilir.

Amerika başkanlık seçimlerini Demokratların ya da Cumhuriyetçilerin kazanması, ‘Yeni Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü ne yönde etkiler?
2008 seçimlerinin Amerika-Türkiye ilişkilerinin yapısını belirgin biçimde değiştireceğine inanmıyorum. İki ülke arasında yapısal çatışmalar —çatışan çıkarlar— var. Kitabımın da işaret ettiği gibi, ABD ve Türkiye, dünyanın birçok bölgesi için ortak amaçlar taşımıyor.

Birkaç yıl önce, birçok ülkenin siyasal İslam macerasını içeren bir kitap yazmıştınız: Siyasal İslam’ın Geleceği. Türkiye ve AKP’yi bu skalada nereye koyuyorsunuz?
AKP’yi İslamcı hareketlerin en ılımlıları arasında görüyorum. Bir parti ki siyasal realiteleri anladı, öğrendi, demokratik sistem içinde çalışmaya istek duyuyor ve halkın isteklerine saygı göstermek zorunda. Türk halkının çok büyük bir kesimi şeriat rejimi altında yaşamak istemiyor ama İslami değerlere, geleneklere ve Osmanlı geçmişine saygı gösterilmesini istiyor. Müslüman dünyadaki diğer İslami partiler de bu yönde ilerlemek zorunda kalacak. Görüyorsunuz ya, Türkiye bu alanda da lider.

03.08.2008/ Akşam

26 Kasım 2008 Çarşamba

Gündüz Vassaf; Türkiye, tarihini keşfeden bir ergen




‘Cehenneme Övgü’ adlı kitabıyla yankı uyandırmış Gündüz Vassaf, aynı tadı yakaladığı yeni kitabı ‘Tarihi Yargılıyorum’da bizleri dünya ve Türkiye tarihine yön veren pek çok olaya bir kez daha, bu sefer farklı bir gözle bakmaya davet ediyor; aykırı bakış açısı ve eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekleriyle…






Gündüz Vassaf
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


DÜNYANIN VE TÜRKİYE'NİN GEÇMİŞİNE İNEN PSİKOLOG

Ankara Üniversitesi’nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptığı zamanlardan birinde yolu İstanbul’a düşer Gündüz Vassaf’ın. Buralara kadar gelmişken arkadaşının Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği bir seminere de uğrar. Seminerin konusu “Türkiye’de Alkolizm, İntihar ve Boşanma”dır. Konuşmanın ardından Vassaf elini kaldırıp söz alır; “güzel bir sunumdu ama anlamadığım bir şey var, alkolizm bir hastalık ve kötü bir şey, intihar zaten en kötüsü ama boşanma sağlıklı bir şey de olabilir…” Kimilerinin gülüşerek, kimilerinin şaşırarak, kimilerininse kaşlarını çatarak tepki gösterdiği bu sözlere Boğaziçi Üniversitesi’nin o zamanki dekanı, “bizim üniversitede ders vermek ister misin?” sorusuyla karşılık verince Vassaf’ın Boğaziçi yılları başlar.

Şimdi hemen herkesin doğal bulduğu bu duruma işaret etmek demek ki 70’li yılların Türkiye’sinde tüm dikkatleri üzerine çeken aykırı bir bakış açısı, bağımsız düşünme becerisi ve hatta biraz cesaret gerektiriyormuş.

30 yıl, 20 yıl, hatta 10 yıl öncesinin pek çok hazmı zor fikri bugün tartışılması bile gereksiz bir olağanlıkla karşılanıyor. Aradan çok sular aktı, çok şey değişti. Fakat Vassaf’ta değişen pek bir şey yok. Orhan Pamuk’un “düz yazımızın en özgür ruhlu kalemi” yakıştırmasını uygun gördüğü Vassaf aykırı bakış açısını da, bağımsız düşünme faaliyetini de sürdürüyor. Demokrasilerin olmazsa olmazı oy vermenin demokrasinin özü olmaktan çıkıp afyonuna dönüştüğünü… Türkiye’nin ergenliğini yaşadığı günümüzde kendi tarihini keşfetmeye başladığını… Toplumun savaşla koşullandırıldığını… Dünya -ve tabii ki Türkiye- tarihinden eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekler eşliğinde söylüyor, yazıyor.

Evet, Vassaf yeni kitabıyla karşımızda. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Tarihi Yargılıyorum”da bizi asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulmaya, tarihten özgürleşip kendimize farklı bakmaya, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirmeye davet ediyor.

Tarih neyin, kimin tarihi?
Vassaf, Tarihi Yargılıyorum'da tarihin hep kazananların tarihi olarak kayda geçtiğini belirtirken, kazanan olmak için de her türlü çarpıtmaya, dezenformasyona gidildiğini ve dahası teknolojinin gelişmesiyle yakın gelecekteki tarih yazımının bu manipülasyonlara daha fazla maruz kalacağını söylüyor. Burada kitaptan söz konusu duruma gönderme yapan iki ilginç alıntı aktarayım:

“Roma İmparatorluğu’ndan kalan dokümanların yüzde 90’ı imparatorluğun Hıristiyanlığı benimsediği döneme ait. O yüzyıllardan nelerin günümüze kalacağını paganlar kararlaştırmış olsaydı, Roma tarihi diye bugün bildiklerimizin kaynağı bambaşka kayıtlardan oluşacaktı.”

“Stalin döneminde ABD, Sovyetler Birliği’nin peşpeşe imal ettiği çok sayıda zeplinden ürker olmuştu. (…) Göklere hakimiyetin ölçüsü, en ağır yük taşıyabilen, en uzun mesafeyi katedebilen, en hızlı giden zeplinlere kimin sahip olduğuydu. (…) Asya’yı boydan boya, St. Petersburg’dan Vladivostok’a, her yenisi mesafeleri bir öncekinden daha hızlı kateden zeplinlerin haberleri, sosyalizmin göklerdeki başarısı, zeplinleri teker teker tanıtan posta pullarında bile dile getirilerek dünyaya duyuruluyordu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra, arşivler yağmalanıp açık pazarda satılmasa, ileride tarihçiler 20. yüzyılın amansız zeplin yarışında Sovyetlerin üstün çıktığını, üstelik bunu CIA kaynaklarının da doğruladığını yazacaktı. Yalanlara ABD de kanmış. Sovyetler üç beş zeplin yapmış, o kadar!”

Asıl meselesi totalitarizm
Totalitarizmin aslında Vassaf’ın asıl meselesi olduğunu söylersek yanılmış olmayız. 80’lerin sonunda okuyucularla buluşan harika kitabı “Cehenneme Övgü”de de, 2000’lerin başında gelen devamı “Cennetin Dibi”nde de bu konunun günlük hayatımızdaki yansımalarına göz gezdirmişti. “O zamana kadarki birikimimin bir isyanla, protestoyla dışavurumu sonucu ortaya çıktı Cehenneme Övgü, sonra konunun devamı da geldi” diyor Vassaf. Neye tepki? Totalitarizme ve 12 Eylül’e.

“Boğaziçi’nde hocalık yaptığım günlerdi, bir gün ODTÜ’ye konferansa gittim, kapıda jandarma, ‘burada ne işin var’ diye sordu, asker üniversitenin işlerine karışmaya başlamıştı, sonrasında 12 Eylül darbesi gelince istifa ettim ben de, o koşullarda ders vermek imkansızdı, bir sürü hoca üniversiteden atıldı zaten.”

O döneme ait, aklına geldiğinde tebessüm ettiği bir anısını şöyle anlatıyor Vassaf: “12 Eylül yeni olmuştu, asker evlere baskın yapıp ‘zararlı’ kitapları alırdı, insanlar korkuyla kitaplarını ya kendileri yakar, ya da bahçeye falan gömerlerdi. Bizim Boğaziçi’nin kütüphanecisi de korkmuş, asker daha okula gelmeden ‘eyvah bizim kitaplar da zararlı olabilir’ diye bir sürü kitabı gizli yerlere saklamıştı. Aradığın kitabı bulamıyordun, mesela Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeolji’si vardı, kütüphaneci ‘ideoloji’ lafını tehlikeli bir kelime olarak görüp kitabı bodruma indirmişti.”

“İdeoloji” insanları germiyor artık, fakat kimilerine kaşlarını çattıracak başka şeyler var ve yukarıda bahsettiğim gibi, Vassaf “Tarihi Yargılıyorum”da onlar üstüne de konuşuyor.


"TÜRKİYE, TARİHİNİ KEŞFEDEN BİR ERGEN"

Türkiye’nin kendi tarihini ele alışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde okutulan ulusal tarihin o ülkede doğup büyüyenlerle ilgisi sınırlı. Artık tarih kitaplarında birbirinden çok farklı insanların yaşadığı bir Avrupa vurgulanıyor. Kendi ulusal tarihlerinde, okul kitaplarında birbirlerini aşağılayan sözleri çıkardılar.

Türkiye’de ise bugüne kadar bambaşka durum vardı, burada yalnızca Türklerin yaşadığını, bütün dünyanın da Türkiye’ye düşman olduğunu zannederdik.

Ben gençtim, anne babamın Balkanlardaki Türk-Müslümanlara yönelik şiddetten kaçıp buraya geldiklerini bilmezdim, konuşulmazdı, ama aynı zamanda mesela Ermenilerin durumu da konuşulmazdı. Cumhuriyet çok gençti, her şeye sıfırdan başlamıştı. Geçmiş sorulmaz, geleceğe bakılırdı.

Ama artık Cumhuriyet çocuk değil, ergenlik çağına geldi. 5-6 yaşındaki çocuk yalnızca anne babasını bilir, ‘dedem kimdi’, ‘şu nerede doğdu’, ‘bu nerede büyüdü’ diye sormaz. Ancak ergenliğine geldiğinde keşfetmeye başlar geçmişini; ‘sen nerede doğdun’, ‘çocukluk fotoğrafın var mı’, ‘baban ne iş yapardı’ gibi sorularla.

Biz de artık sormaya başlıyoruz geçmişimizi, ‘biz nereden geldik’, ‘bizden önce burada kimler vardı’, ‘kimler kimlerle evlendi’ diye ve şaşılacak derecede çok kişi ‘aaa’ diyor, ‘dedem Ermeni’ymiş’, ‘akrabalarımız Kürt’müş.’ Ermeni Türklüğünü, Türk Kürtlüğünü keşfediyor ve birlikte olgunlaşıyoruz aslında.

Bu kaçınılmaz bir süreç mi? Önünde engeller yok mu?
Avrupa’nın geçmişinde yaşadığı savaşlara, çatışmalara bakarsak her şeye rağmen bizim olgunlaşmamız onlarınkinden daha zahmetsiz olacak gibi görünüyor. Her ülkenin kendine özgü engelleri vardır, coğrafi özellikler, demografik durum, kültürel özellikler, genç olması gibi… Ama aşılamayacak engeller değil bunlar.

Mesela Shakespeare döneminde İngiltere’de bir Katolikler gelip yağmalıyorlar, yıkıp geçiyorlar kasabayı, bir Protestanlar… Shakespeare dahil herkesin evinde bir çarmıha gerilmiş İsa portresi, bir de İncil var. Katolikler gelince İsa’yı, Protestanlar gelince onu indirip İncil’i koyuyorlar. Avrupalılar şimdi dönüp tarihlerine baktıklarında böyle savaşlara giriştiklerine inanamıyorlar.

Kitabınızda seçimlerin demokrasinin afyonu haline geldiğini yazıyorsunuz…
ABD’de seçimler basketbol, beyzbol, hokey ve futbol liglerindeki şampiyonluk maçları sıklığında. Maçlarda olduğu gibi, bir seçimin ardından yeni oyuncularla başka bir seçim beklentisi canlı tutuluyor. Senato ve kongre seçimleri iki yılda bir, başkan dört yılda bir seçiliyor. Vali, eyalet parlamentosu, polis şefi, başsavcı gibilerini de katarsanız ABD’liler sürekli seçim halinde. Her seçimde halk bir şeylerin değişeceğine inanıyor, değişen bir şey görmediğindeyse bir sonrakinde değişeceğine… Oysa yüz yıllardır ABD’nin ne dış ne de iç politikasında değişen bir şey yok.

Ya da İngiltere’ye bakarsanız, halkın yüzde 70’i Irak’taki savaşa karşı. Fakat meclisteki hem iktidar, hem de muhalefet partisi savaşı desteliyor. Bu bir çelişki. Seçimler ve savaşlar demokrasinin en zayıf olduğu yerdir.

Bu bir oyun aslında, milyon dolarlar yatırıp oyunu oynamamızı istiyorlar. İstediğini seçemiyorsun zaten, örneğin önümüzdeki ABD başkanlık seçimlerinde anketlerden çok kimin daha faza parası olduğu konuşuluyor, çünkü sonuç belli; kimin daha fazla parası varsa seçimi o kazanacak. Şimdilerde Demokrat Parti’den aday adayı var mesela, Obama diye, ‘parası Hillary Clinton’dan daha çokmuş ve seçimleri o kazanacakmış’ diye konuşuyor herkes.

Bizdeki demokrasinin yüz karası zaten, yüzde 10 barajı nedeniyle oyların önemli bir kısmı çöpe gidiyor. Meclisteki partiler 5 yıl oyunca imkan varken değiştirmiyorlar, çünkü gerçekte demokrasi değil koltuk istiyorlar. Çözüm, oynanan oyunun farkında olmak, istendiği gibi oynamamak ve kurallarını değiştirmek.

Demokrasinin bir zayıf karnının da savaşlar olduğunu söylediniz…
Söylediğim gibi, örneğin İngiltere halkının yüzde 70-80’i Irak savaşına karşı ama parlamentonun yüzde 80-90’ı savaştan yana, halkın temsilcisi olmak dışında başka çıkarları var çünkü. Demokrasilerde devletlerin en çok korktuğu vatandaşlarının savaşa karşı olmasıdır. Bu yüzden sürekli savaşa koşullanır insanlar, savaşların kaçınılmaz olduğuna ve dahası gerekli olduğuna, savaşa karşı olmak vatan hainliği olarak görülebiliyor.

Fakat son yüzyılda büyük gelişmeler oldu. Batı’da 1. Dünya Savaşı’na kadar askerler cepheye kahraman olarak gönderilir, savaşmak istemeyen kurşuna dizilirdi. Fakat o savaştan itibaren barışın belirtileri ortaya çıktı. Askerler Noel’de kendiliğinden ateşkes ilan ederken komutanları onları güçlükle zaptedebiliyorlardı. Bugün askerliği kabul etmesine rağmen, Filistinlilere kurşun sıkmayı reddeden bir İsrail askeri yalnızca ordudan ihraç ediliyor, kimse vatan haini gözüyle bakmıyor. ABD’de, Vietnam savaşı sonrasında profesyonel askerlik başladı, çünkü askerleri cephede savaşmak istemiyordu, savaşmak istemeyen de iyi öldüremez tabii. Türkiye’de de bu durum yaşanacaktır mutlaka.

Akşam - Brunch

Faik Bulut: Türkiye’nin genleriyle oynanıyor




Faik Bulut bugünlerde tamamlanan üç kitaplık dizisi ‘Küresel Çağda İslam’da, Türkiye’de yaşanan pek çok tartışmanın dünyanın başka köşelerinde de sürdüğünü anlatıyor. Bulut’a göre laiklikten geri adımların atıldığı Türkiye’de toplumun genleriyle oynanıyor.




Faik Bulut
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


“Belki de ‘İslam’ın küresel çağı’ demek daha doğru olurdu” diyor Faik Bulut, bahsettiği kavramın bugünlerde çıkan kitap dizisinin üst başlığı ‘Küresel Çağda İslam’la arasındaki ince farka işaret ederek. Zira ona göre İslam çıkışından bu yana, her biri diğerlerinden ayrı özelliklere sahip farklı çağlar yaşadı; Hz. Muhammed ve ardından gelen Emevi-Abbasi devirlerinde, Osmanlı imparatorluğu döneminde ve modern zamanlarda. Bugün ise daha önceki hiçbir döneme benzemeyen, bir merkezin olmadığı, çalkantılı, kendi içinde dinamik, çok çeşitli ‘İslamlara’ ev sahipliği yapan, ucunda neyle karşılaşılacağı kestirilemeyen sisli bir küreselleşme çağı yaşıyor.

‘Küresel Çağda İslam’ dizisinin ‘Batı ve Laiklik’ ile ‘Kadın ve Tesettür’ adındaki ilk iki kitabı önceki günlerde çıktı, üçüncü ve son kitabıysa şu sıralarda ‘Şeriat ve Siyaset’ adıyla çıkacak. Bulut, kendi görüşlerinden çok Doğu ile Batı medyalarından ve akademik dünyasından öne çıkan isimlerin İslam ve Batı hakkındaki fikirlerini aktardığı kitap dizisini, bizim için çoğu kere içinden çıkılmaz bir hal alan din-devlet-laiklik tartışmalarının dünyada nasıl cereyan ettiğini göstermek için yazdığını söylüyor.

“Bizde yanlış bir izlenim var” Bulut’a göre; “bütün İslam’ı tek bir sepetteymiş gibi görüyoruz genellikle, oysa İslam dünyası da kendi içinde tartışıyor, farklılaşıyor, mesela İslami projelerin çürük olduğunu anlatan görüşlerin Mısır’da, Cezayir’de, Ürdün’de tartışılıyor olması çok önemli, o tartışmalarla bir bağ kurmak, takip etmek gerekir.”

‘Küresel Çağda İslam’ dizisi biraz da bu eksiklikten yola çıkarak; devlet ve din (özel olarak da İslam) ilişkilerinden kaynaklanan sorunlardan ve hararetli tartışmalardan bir çıkış yolu ararken pek de yalnızlık çekmeyeceğimizi, dünyanın her köşesinde Türkiye’dekine benzer süreçlerin yaşandığını alıntılarla aktarıyor.

Laikliğin Türkiye’de Batı’daki örnekleri gibi gelişmemiş olmasına rağmen doğumuzdaki gibi ‘yabancı’ bir kavram olarak algılanmadığını, hatta ‘ev sahibi’ olduğunu söylüyorsunuz. Nedir Türkiye’deki laikliğin karakterini belirleyen şey?
Türkiye’deki laiklik anlayışı aslında Osmanlı’dan miras kalmıştır. Osmanlı da din ve devlet işlerini ayrı tutardı bir yerde, İslam toplumunun bazı özelliklerini bünyesine kattı ama esas olarak dini devletin güdümüne aldı. Bir yandan dini kontrol ediyordu, diğer yandan ise dini kıllanarak iktidarını meşrulaştırıyordu. Bu anlayış Bizans, Osmanlı, Jöntürk geleneğinden bize kaldı. Namık Kemal diyor vaktiyle, “biz Fransızlar gibi kopuş gösteremeyiz, bu laikliği devrimle değil İslami terimlerle yorumlayarak getireceğiz ama o dinin iktidara gelmesine müsaade etmeyeceğiz” diye. Dolayısıyla laiklik denen şey bir günde gelmemiştir bu ülkeye, kökleri, birikimi vardır, bu durumu Anglo-Sakson literatüründeki sekülerizme benzetebiliriz biraz, Mustafa Kemal de devrimini bu birikim üzerine yapmıştır zaten. Çoğu Müslüman ülkede laikliği savunanlara batının ajanı olarak bakılır, laiklik ithal bir şeydir onlar için çünkü, Türkiye’deyse ev sahibidir, dolayısıyla bazı direnç noktaları vardır. Ama bu ondan geri adım atılamayacağı anlamına gelmez, atılmıştır da zaten…

Türban tartışmalarında gelinen noktaya da bu açıdan bakıyorsunuz galiba.
Şu anda Türkiye toplumunun genleri bozulmuş durumda. Dini değerler hayatın her alanına hakim, fetvalarla hareket eden bir toplum haline geldik. Dini bireyin özel hayatının bir parçası değil de toplumun temel direği haline getiren bir süreçten geçiyoruz. Liberallerin yanıldığı nokta burası, türban olayını sıradan bireysel bir hakmış gibi gösteriyorlar, bir sürecin parçası olarak bakmak lazım. Dini emirler gereği okullarda bir kez türban takılmasına izin verdiğiniz zaman yarın o türbanlılar dini emirler gereği örtünmeyenleri de örtünmeye zorlarlar. Bu iş her zaman böyle olur, yarın öbür gün başka dini emirler çıkar karşınıza.

Şimdi atılmasına izin verdiğiniz adımların karşısında duramazsınız…
Bu bir süreç sorunu, genetik yapısına müdahale edilen toplum ya kanser olacak ya da ciddi mücadele verilecek buna karşı.

Bu mücadele nasıl verilecek? Bugüne kadar en dikkat çekici tepkiyi ordu gösterdi. Bugünlerde de bir tepki bekleyenler var ordudan.
Bunu ancak toplumun kendisi yapabilir, yeniden bir aydınlanma, topluma açılan tartışmalarla. Yoksa bu iş 28 Şubatların, muhtıralarla, parlamento içinde aritmetik hesaplarla halletmeye çalıştığı gibi yapılmaz. Türkiye’de aydınlanma bir iktidar sorunudur, rejimi her yönüyle yeniden sorgulamadan da bu iş olmaz. Toplumun yeniden kendine güven kazanması lazım çünkü. Türkiye’de laikliğin de savunucusu olan önemli kesimler iktidar perspektifini kaybetti, bir projeleri yok. Kültürel, ekonomik, sosyal bir proje sunamıyorlar topluma.

AKP projesi sayesinde mi güçlü?
AKP’nin projesi post modern toplumlar yaratmaya çalışan küreselleşmenin bir projesi aslında; cemaatler bir arada yaşayacak, herkes kendi hukukunu kullanacak, kendi kuralını koyacak ve demokrasi sayesinde bir arada yaşayacaklar. Bu durum, Amerikan hegemonyası anlamına gelen küreselleşmenin yayılmasına, Arap-İslam ülkelerinde taban bulmasına hizmet ediyor. Amerika da bu projeyi benimseyen ülkelere desteğini sunuyor.

AKP de bu projenin bir uzantısı yani…
Küreselleşmenin yayılması için 1990’larda ılımlı İslam diye bir kavram çıktı. Cezayir’de İslamcı parti yerel seçimleri kazandı, genel seçimlerle iktidarı da kazanmak üzereyken seçimler iptal edildi ve onlar da silaha sarıldı. Bu zamana rastlar ılımlı İslam projesi. Buna göre birincisi, silaha, zora, şiddete başvurmayan ama politik olan, seçimlerle toplumu değiştirmeye çalışan; ikincisiyse, ABD’nin çıkarlarıyla ters düşmeyen, demokrasiyi benimseyen grupları destekleyecekti ABD. Türkiye’de de ulusalcılar, ordu gibi kuvvetler varken AKP’yi destekledi kendi çıkarlarını uygulayacak grup olarak.

Biz orduyu da ABD’nin müttefiki bilirdik.
Buna bölgesel olarak bakmak lazım, Türkiye’yle olan işbirliği İslam dünyasındaki etkinliğini arttırmak için çok işine yarıyor ABD’nin. Ordu ya da Ecevit mesela, ABD çıkarlarını bugün destekler ama yarın ne yapacağı belli olmaz, zaten din düşmanı olarak görülüyor İslam dünyasında, AKP gibi ‘Müslüman’ bir grubu desteklemek çok daha işlevli dolayısıyla.

AKP bugün gücünün en büyük kısmını batının bu desteğinden alıyor. Bush her resmi temasında Türkiye’nin laikliğine vurgu yapardı, oysa Abdullah Gül’ün son ziyaretinde laikliği ağzına almadı, bu AKP’ye verdiği güçlü desteğin bir göstergesidir aynı zamanda.

Laiklik önemli bir kriter değil midir?
Şu devlet laikmiş şu İslamcıymış diye bakmaz, kendi çıkarlarını destekliyor mu desteklemiyor mu önemli olan o. Örneğin ABD’yle İngilizlerin Afganistan’da Taliban’la gizli gizli görüşmeye başladıkları konuşuluyor. Yarın öbür gün Pakistan çıkmazından, El Kaide’den kurulmak için Taliban’a destek verebilirler.

Batı derken Avrupa’nın da mı desteğini aldığını söylüyorsunuz?
11 Eylül, Londra ve Madrid saldırılarından sonra Avrupa da ABD’nin güvenlik eksenli politikalarının etkisine girdi ve ılımlı İslam projesini destekledi. Bu proje zaten büyük ölçüde kabul ettirdi kendisini, İslam dünyasında bile ‘radikal İslamcılar kötü ılımlı İslamcılar iyidir’ anlayışı hakim. Hatta mesela Türkiye’de CHP bu projeye karşı politika üretmez, onu ilgilendiren bu proje değil de AKP’nin takkiye yapıp yapmadığıdır.

Peki laiklerin bulacağı uluslararası bir destek, arkasına alacağı bir rüzgar yok mudur?
Yok, kendi çıkış yollarını kendilerinin bulması lazım. Bu sadece Türkiye’de böyle değil ayrıca. Tüm dünyada laikler parçalanmış durumda, kafaları karışık… Organize olup, kafalarını netleştirip topluma yeni projeler sunmaları lazım. Yoksa laikler-İslamcılar kutuplaşması yaratılarak çözülmez bu iş. Bugün muhafazakarlık da, ılımlı İslam da, dinlerarası diyalog toplantıları da, Kyoto çevre protokolü de aynı küreselleşme paketi içindedir. Bu pakete karşı içinde özgürlüklerin, sosyal politikaların, dünyanın geleceğinin olduğu yeni bir paketle ortaya çıkmak lazım, laiklik de böyle bir paketin parçası olarak sunulabilir ancak.

11.03.2008/ Radikal