13 Aralık 2008 Cumartesi

kitap/ Barry Rubin/ İstanbul Entrikaları


Amerikalılar, Almanlar, İngilizler, Ruslar… İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışan büyük güçlerin gizli planlarının kesiştiği yerde, bombardımanlardan uzak kalmayı başarabilmiş İstanbul bulunuyordu. Kozlar büyük, entrikalar çılgıncaydı… Türkiye uzmanı araştırmacı yazar Barry Rubin, 'İstanbul Entrikaları' adlı kitabında casusluk merkezi İstanbul’dan gerçek ve sürükleyici öyküler anlatıyor.




‘Hu Hu Bebeğim, Ben İstanbullu Bir Casusum’

İngilizlerin savaş planlarını Almanlara satan İngiliz büyükelçisinin mütevazı Arnavut uşağı, aslında kimin için çalışan ünlü bir casustu? Romanya’dan bir İngiliz tankeriyle İstanbul boğazına getirilen Polonya altınlarının kaderiyle, CİA’nın öncülü olan Amerikan istihbarat dairesi OSS’nin İstanbul temsilcisi arasında ne tür bir bağ vardı? İstanbul’daki gece kulüplerinin gözde parçası “Hu Hu Bebeğim, Ben Bir Casusum” şarkısının sözlerini yazan acemi casus hangi ülkenin istihbaratında çalışıyordu? Görülmemiş bir Sibirya kışının geride kaldığı 24 Şubat 1942’nin Ankara’sında, güzel havalara hasret kalmış Alman büyükelçi Von Papen’e sokakta yürüyüp güneşin tadını çıkarırken suikast düzenleyen canlı bomba kimdi? Almanlar için mi, Ruslar için mi çalışıyordu? Suikast nasıl planlanmış, planlar nasıl bozulmuştu?

Bu soruların sınırsız hayal gücü ürünü olan casusluk romanlarını ya da filmlerini işaret ettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Cevaplar bizzat gerçek hayatta. İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul, en zekice film senaryolarına taş çıkarırcasına, önceki satırlardaki gibi pek çok ilginç casusluk olayına, entrikaya ve farklı ülkelerden en az 17 istihbarat örgütüne ev sahipliği yapıyordu. O kadar ki; komplolar, casuslar, şifreler, entrikalar ve amaçlar birbirine karışmıştı…

TÜRKİYE UZMANI YAZAR
Türkiye ve Ortadoğu uzmanı İsrailli araştırmacı yazar Barry Rubin, “İstanbul Entrikaları” adlı eserinde “casusluk merkezi İstanbul’dan gerçek öyküler”i anlatıyor. Konuyla ilgilenenler ve meraklılar açısından Rubin yabancı bir isim olmayabilir, zira kitabının Türkçe basımı 1994’te de yapılmıştı. Çok daha yakın bir tarihte, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından ise Jerusalem Post’ta yazdığı Türkiye analizi ile dikkat çekti. Parantez içinde Rubin’in söz konusu analizinde, AKP’nin artık hemen herkesin ikna olduğu ılımlılığına temkinli yaklaşmak gerektiği fikrini işlediğini belirteyim.

İsrail’in prestijli güvenlik ‘think-thank’i Herzilia bünyesinde hizmet veren Küresel Araştırma ve Uluslararası İlişkiler Merkezi’nin (GLORİA) direktörü olan Rubin, bugüne kadar pek çok makale ve 40’ın üzerinde kitap yazmış. Tahmin edersiniz ki bu kitapların büyük çoğunluğu Ortadoğu ve Türkiye’yi konu ediniyor.

Yazarın Doğan Kitap’tan çıkan eseri “İstanbul Entrikaları”, araştırma niteliği taşımasına karşın plajda güneşlenirken bile okunabilecek bir romanın rahatlığına ve sürükleyiciliğine sahip. Kitaba aynı zamanda resmi tarihin sıkıcılığından uzak bir sözlü tarih çalışması gözüyle de bakılabilir. Rubin “birkaç yıl süren araştırma ve yazma sürecinde”, kimi zaman özel izinlerle ulaştığı istihbarat raporlarından, belgelerden, günlüklerden ve ‘görgü tanıkları’ndan yararlanmış, pek çok kurum ve kişi kendisine ‘malzeme’ desteği sağlamış.

ÇIKARLARIN VE AJANLARIN MERKEZİNDE ROMANTİK BİR KENT: İSTANBUL
Kitabın sayfalarını çevirirken, bugün artık neredeyse klişeleşmiş bir kavrama dönüşen ‘Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemi’nin bir zamanlar ne kadar elle tutulur olduğu görülüyor. Zaten ajanların da, gizli planların da, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm yıkıcılığıyla hüküm sürdüğü 1939-1945 yılları arasında, kendilerine bombardımanlardan uzak kalmayı başarmış İstanbul’u merkez seçmesinin nedeni bizzat bu ‘önem’di.

“Almanlar, Sovyetleri yenmek ve Ortadoğu’ya girmek için dayanak noktasına gerek duyuyordu. İngilizler ve Amerikalılar, Balkanları Alman denetiminden kurtarmak için Türkiye’den üs elde etmeye çalışıyordu. Türkiye’nin yüz yıldan daha eski baş düşmanı Ruslar, Karadeniz’i denetleyebilmek ve Akdeniz’e geçişi sağlamak için İstanbul’u ve Boğazları istiyordu. İngilizler ve Amerikalılar, Nazi işgali altındaki Doğu Avrupa’ya İstanbul’dan casusluk ve yarı askeri amaçlı operasyonlar düzenliyordu. Almanlar etki sağlamak ve bilgi toplamak için yetkililere rüşvet veriyor, Ruslar ajan kiralıyordu.”

“Kozlar büyük, bu yoldaki çaba çılgıncaydı.” Ajanlar ve onların istihbarat servisleri, türlü manevralarla tarafsız kalmaya çalışan Türkiye’nin hangi cepheye katılacağını öğrenmek için ipucu peşinde koşturup, kendi safına çekmek için entrikalar düzenlerken; Türkiye “Emniyet”i de hangi ajanın kim için çalıştığını, hangi ‘hain plan’ın uygulayıcısı olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Herkesin kuyruğunun birbirine değmemesi mümkün değildi. Örneğin biri Alman diğeri Amerikalı iki istihbarat ajanını kendisine aşık eden Macar şarkıcılara rastlanabiliyor, ya da üç dört tarafa çalışan ajanlar kimin için kime ihanet ettiklerini zaman zaman unutabiliyorlardı. Böylesine karışık bir ortamda birden çok müşteriye satılacak sahte ve yanlış bilgiler üretmek için büyük bir sektörün ortaya çıkması da gecikmeyecekti.

“Yine de o yıllarda o denli çok kişinin, o denli çok davaya ihanet etmesinde şaşılacak bir şey yoktu” diyor Rubin; “İstanbul, ölümüne savaşan düşmanların şık lokantalarda yan yana uzanan masalara oturup Çigan müziği dinlediği tarafsız bir kentti. (…) Bombalanmış binaların, yoklukların ve korkunun topraklarından güçlükle kaçanlar, bolluk ve barış içinde bir yere gelmişlerdi. Başka yerlerde yaşamlarını her gün tehlikeye atanlar için, içlerinden birinin söylediği gibi, İstanbul’daki en acil sorun, garsonun ‘Yemeğinizle kırmızı şarap mı, yoksa şampanya mı alırsınız?’ sorusuydu.”

Vatan/ Kitap Eylül 2007

portre/ ‘Kanun kaçağı’ dünya şampiyonu yine ‘kaçtı’

Amerikalı Bobby Fischer (sağdaki), 1972'de tüm dünyanın merakla izlediği, olayların eksik olmadığı 'çılgın' maçta dünyanın en büyüğü olmak için Rus Boris Spassky'nin karşısna oturuyor.

‘Kanun kaçağı’ dünya şampiyonu son kez ‘kaçtı’


En genç büyük usta, ABD’nin yetiştirdiği tek dünya şampiyonu oldu. Tarihin en sansasyonel maçlarını oynadı. Kahraman da ilan edildi, vatan haini de… Büyük efsanesi pek çok ‘çılgınlıkla’ örülmüş satranççı Bobby Fischer, ‘kaçmak’ üzerine kurulu hayatında 18 Ocak’ta tekrar ortadan kayboldu; son kez…

“İlk önce bir dünya seyahati yaparak gösteri maçları oynayacağım. Karşılığında da bugüne kadar işitilmemiş paralar isteyeceğim. İngiltere’de bir smokin yaptırıp yalnız akşam yemeklerinde giyeceğim. Lüks bir vapurla eve döneceğim. Evde birkaç kitap yazacağım. Satrancı yeniden düzenleyeceğim. Metroya binmemek için kendime araba alacağım. Mercedes olacak, yahut Rolls Royce daha iyisi. Belki de bir jet uçağıyla yat alırım. Satranç kalesi şeklinde bir ev yaptıracağım.”

Robert James Bobby Fischer, 1972 tarihli ‘Süer Satranç Dergisi’nde çıkan söyleşisinde “dünya şampiyonu olunca ne yapacaksın” sorusuna bu cevabı vermiş. Süer dergisi söyleşinin altına röportajın yapıldığı tarihte Fischer’in 18 yaşında olduğunu not düşmüş, yani henüz ABD satranç şampiyonuyken. Bu naif cümleleri okuyunca Fischer kafanızda sempatik bir kişilik olarak canlanabilir. Fakat onu bir biçimde tanıyanlar için bu belki de akla en son gelebilecek yakıştırmadır, ondan önce sayılabileceklerin listesiyse hiç de kısa değil; gelmiş geçmiş en iyi satranççı, tarihin en kaprisli oyuncusu, dahi, kaybeden, kahraman, vatan haini, kadın düşmanı, Amerika düşmanı, Yahudi düşmanı, agresif, kibirli… 1972’de Reykjavik’te Rus büyük usta Boris Spassky’i yenip dünya şampiyonu unvanını almasından itibaren, 17 Ocak 2008'de yine Reykjavik’te böbrek rahatsızlığından ölümüne kadar yaşamının her dönemi için onun efsanevi kişiliğine en uygun yakıştırma ise hiç kuşkusuz ‘çılgın’ olacaktır.

'SATRANÇ KADINLARDAN DAHA ÇOK ZEVK VERİCİ'
1943’te Chicago’da doğan Fischer, anne babasının o iki yaşındayken boşanması üzerine annesiyle taşındıkları Brooklyn’de büyür. Hemşire olan annesi, Fischer ile ablasının oyalanması için onlara bir satranç takımı aldığında Fischer henüz altı yaşındadır ve kısa sürede bütün zamanını satranca harcayan, “yapmak istediğim tek şey satranç oynamak” diyen fanatiğe dönüşür. İleride, geç bir yaşta bakirliğe veda ettiğinde “hiç büyütülecek bir şey değilmiş, ben satrançtan daha fazla zevk alıyorum” diyecektir. Aslında başka açılardan olduğu gibi, kadınlara bakışıyla da ‘normal’ bir kişi olmayacaktır, bir keresinde kadın katılımcı olduğu için turnuvadan çekilecek, başka bir keresinde kompleksini “dünyanın en iyi kadın oyuncusunu getirin, oyuna bir at eksik başlarım” diyerek yansıtacaktır.

10 yaşına geldiğinde bölgesindeki iyi oyuncuları yenmeye başlar. 13’ündeyken ABD gençler şampiyonu, 14’ünde en genç ABD şampiyonu, 15 yaşındayken ise satranç tarihinin en genç büyük ustası unvanlarına sahip olur. Her ne kadar ABD’de ve yurtdışında pek çok turnuva kazanan bir dahiyse de efsaneler katına çıkması için, satranç tarihinin dönüm noktalarında biri olacak 1972 tarihinin gelmesi gerekecektir.

Dünya satrancında Rus egemenliğinin olduğu soğuk savaş yıllarıdır. Petrossian, Tal, Taimanov gibi dünya şampiyonluğunu Spassky’den almak için sırada bekleyen Ruslar’ın katıldığı turnuvaya ABD de bir oyuncusunu gönderecektir. Sıkıldığı için ABD Şampiyonası’na girmeyen Fischer’in bu turnuvaya katılma hakkı yoktur ama yine de federasyon onu göndermeye karar verir. Fischer çeyrek finalde Larsen’i, yarı finalde Taimanov’u, finaldeyse eski şampiyonlardan ‘demir’ lakaplı Petrossian’ı o güne kadar görülmemiş (ve sonrasında da görülmeyecek) farklarla yenerek turnuvayı bitirir ve Dünya Şampiyonu Spassky ile unvan maçı yapmaya hak kazanır.

TARİHİN EN BÜYÜK MAÇI: ABD-RUSYA SAVAŞI
1972 Ağustosunda Reykjavik’teki masaya, daha önce hiç yenemediği Spassky’nin karşısına oturur Fischer. Bu maçın satranç tarihinin en olaylı ve önemli maçı olduğunu söylemek yanlış olmaz; olaylı geçmesi Fischer’in ‘acayip’ karakterinden, önemiyse Rusya-ABD arasındaki soğuk savaştan kaynaklanıyordu. Daha maç başlamadan Fischer koltukların sertliğinden, ışığın yoğunluğundan, kameraların sesinden şikayet etmeye başlar. Olayların arkası kesilmeyince ilk maçı hükmen kaybeder ve ardından kameraları neden gösterip ikinci maça çıkmayacağını söyler. Döndüğü ikinci maçı da kaybedince hiç bir açıklama yapmadan turnuvadan çekilmeye karar verir. Onu bu girişiminden ancak ABD başkanı vazgeçirebilir, ne de olsa ülkenin onuru söz konusudur. Fischer 2-0 geride olmasına rağmen kalan 19 oyunun 9’unu kazanıp Spassky’e yalnızca bir oyun vererek (11 oyun berabere) maçı farklı kazanmasını bilir. Böylece Rusların satrançtaki 35 yıllık hegemonyasına son verilmiş, Amerika dünyanın her yerinde yankılanan büyük bir zafer kazanmış ve Fischer kahraman ilan edilmiştir.

Kendi satranç kariyerinde hızla yükselirken başka hiçbir satranç ustasının yapamadığı bir şeyi de başarır Fischer; satrancı da beraberinde zirveye taşır. Sansasyonel maçları dünyanın her yerinden canlı olarak seyredilir, gazeteler ve dergiler devamlı ondan söz eder. Televizyon yapımcıları, gazete ve dergi editörleri, rakipleri ve Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) ile olan çekişmeleri ve dehasıyla satrancı bir anda popüler hale getirir. 1950’lerde, gereken maddi destek zorluklarla bulunduğu için küçük salonlarda düzenlenen şampiyonlar yerini artık televizyon kanallarının yayın haklarını satın almak için birbirleriyle yarıştığı, turnuva ödüllerinin milyon dolarlarla ifade edildiği, ticari açıdan çekici bir spor dalına dönüşmüştür. Öyle ki satrancın popülerliği o yıllarda tenisle boy ölçüşmektedir.

Dünya şampiyonluğunu korumak için 1975’te Anatoli Karpov’un karşısına çıkması gerektiğinde Fischer’in ‘huysuzluğu’, bu kez ödül miktarı ve maç sayısı konusunda tekrar ortaya çıkar ve FİDE ile anlaşmazlığa düşerek Karpov’la maç yapmayı reddeder. Unvan da Karpov’a kalır böylece. Bu olaydan sonra Avrupa’ya yerleşen şampiyonu uzun bir süre kimse satranç oynarken göremez.

‘YÜZYILIN MAÇI’, KANUN KAÇAĞI, VATAN HAİNİ…
‘Gizemli şampiyon’ tam 20 yıl sonra, 1992’de tekrar çıkar ortaya. Spassky ile bir rövanş maçı yapacağı haberleri bomba gibi düşer dünya medyasına. Bu etkinin bir nedeni de 20 yıl önceki politik gerilime nazire yaparcasına, karşılaşmanın iç savaşın sürdüğü ve BM’nin ambargo uyguladığı Yugoslavya’da gerçekleşecek olmasıdır. Tüm dünya gözünü ‘Yüzyılın Maçı’na çevirmişken, ABD oyunun Yugoslavya’da oynanmaması için Fischer’e bir mektup gönderir. Fischer çılgınlıklarına bir yenisini daha ekleyecektir; Belgrad’da düzenlediği basın toplantısında mektubu kameralara gösterip üzerine tükürerek ABD’ye cevabını verir. Ambargoyu deldiği gerekçesiyle ABD’nin hakkında tutuklama kararı çıkarması üzerineyse, 10-5 kazandığı maçın ardından aldığı 3,5 milyon dolar para ödülüyle tekrar ortadan kaybolur Fischer.

Filipinler, Japonya, Macaristan gibi ülkelerde kaçak hayatı yaşayan Fischer 1996’da Fischerandom (Fischer Satrancı) dediği yeni bir satranç türü çıkardığını ilan eder. Bu yeni türde piyonların arkasında bulunan taşlar kura çekilerek rasgele yerleştirilmektedir. Fischer’e göre böylece oyuncunun yeteneği daha iyi anlaşılabilecek, hiçbir zaman sıcak bakmadığı açılış şablonları rafa kalkacaktır.

2000’lerin ilk yıllarına gelindiğinde yine bir Fischer efsanesi dalgalanacaktır. İngiliz büyükusta Nigel Short, internette karşılaştığı ve üçer dakikalık 50 blitz (hızlı) oyun oynadığı kişinin “yüzde 99” uzun zamandır ortalarda görünmeyen Fischer olduğunu açıklar. Spassky de onun bu açıklamasını destekler; ikilinin ipuçlarıysa esrarengiz ustanın hamleleridir. İddiaların yankı uyandırması üzerine Fischer 2002’de bir İzlanda kanalına bağlanıp söz konusu kişinin kendisi olmadığını söylerken, 10 milyon dolar ödül konsa bile Fischerandom dışında bir daha asla satranç oynamayacağını da sözlerine ekler.

ABD’nin yetiştirdiği bu tek dünya satranç şampiyonu, 11 Eylül’deki saldırılardan sonra canlı yayınlanan bir radyo programında son bir ‘skandal’a imza atarak duygularını, “bu harika bir haber, Amerika'yı bitirmenin zamanı gelmişti” sözleriyle açıkladığında eski vatanında tepkiyle karşılanır ve basın tarafından ‘vatan haini’ olarak gösterilir.

Bobby Fischer 12 yıllık kaçak hayatın ardından, ABD’nin iptal ettiği pasaportla Japonya’dan Filipinler’e geçerken yakalanmış, 9 ay Tokyo’da tutuklu kaldıktan sonra Mart 2005’te İzlanda’nın kendisine vatandaşlık vermesiyle bu ülkeye geçerek inzivaya çekilmişti.

Fischer’in ‘kaçmak’ üzerine kurulu efsanevi hayatında, 18 Ocak 2008’de, dünya şampiyonu olduğu yerde ‘son kez’ görüldüğünü duyurmak bu kez İzlanda devlet radyo televizyonunun ikinci kanalına düşmüştü.

Akşam/ Brunch Şubat 2008

Beyaz geceler, güzel kadınlar ve Rusya

St. Petersburg, bu fotoğraf gece 02:00'de çekilmiş.

Beyaz geceler, güzel kadınlar ve Rusya


Şu günlerde tatil planları yapıyorsanız aklınızda olsun; şimdi Volga’da Beyaz Geceler zamanı… Rusya’da nehir turları düzenleyen ve rehberlik yapan Yusuf Nuraydın’a kendi hikayesini, Beyaz Geceler’i ve elbette Rus kadınlarını sorduk.


Kendisinin Türk olduğunu öğrenen Ruslar en çok kaç karısı olduğunu soruyorlarmış. Bir tane olduğunu ve boşandığını söylediğinde arkasından bazen, “sadece bir tane mi?” bazense “nasıl yani Türkiye’de boşanma var mı?” türünden şaşkınlık soruları geliyormuş. Türkiye’dekilerse başka bir alem; Rusya’da çalıştığını duyanlar müstehzi bir tebessümle hemen “hadi hadi iyisin, şanslısın” karşılığını yapıştırıyorlarmış.

Bahsi geçen kişi Yusuf Nuraydın. 2000 yılından beri Rusya’da nehir gezileri organizasyonu ve rehberliği yapıyor. Bu gezilerle birlikte Rusya’nın tarihini de anlattığı ‘Volga Volga’ kitabı bugünlerde çıktı. Kendisi aynı zamanda merkezi Rusya’da bulunan Rus-Türk Araştırmaları Merkezi’nin (RUTAM) yöneticilerinden.

Onun yukarıdaki anekdotu başka durumlara da işaret edebilir tabi ama biz öncelikle iki ülke arasında klasik, ‘tanıtım eksikliği sorunu’ bulunduğu sonucunu çıkaralım. Geçen yıl Türkiye’de Rus yılıydı, 2008 ise Rusya’da Türk yılı olarak kutlanıyor. Pek çok kişinin bu durumdan haberdar olmamasına söz konusu ‘sorun’un bir göstergesi olarak bakılabilir. Rusya’daki Türk yılı kapsamında yaz boyunca Tarkan konseri, Anadolu Ateşi gösterisi ve Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filminin gösterimi gibi etkinlikler planlanıyor. Fakat yaz tatilinizde Rusya’ya gitmeniz için çok daha çekici bir neden var; Beyaz Geceler…

Rusların Türkiye’yle alâkaları anlattığınız anekdottaki düzeyde mi gerçekten?
Aslında her yıl Rusya’dan Türkiye’ye 2 milyona yakın turist geliyor. Uygun fiyatları, yakınlığı, hizmet kalitesi, vize kolaylığı nedeniyle Türkiye’yi tercih ediyorlar ve çok memnun kalıyorlar. Büyük bir rakam sayılır ama demek ki yeterli bir tanıtım yapılmıyor, Ruslar bile bazen bizden daha etkili olabiliyor. Moskova’da mesela Türkiye’de tatil yapmış Rus kızlarının fan kulüpleri hayli yaygın, barları kapatıp rakılı, Türkçe müzikli geceler düzenliyorlar. Hatta Türk firmalarından sponsorluk alıyorlar.

Sizi Rusya’ya çeken nedir?
İlk kez Rusya’ya üniversite yıllarında 1996’da turist olarak gittim ve Moskova’da 10 gün kaldım. Gittiğim Avrupa ülkelerinden farklı olarak burada kendimi hiç yabancı gibi hissetmemiştim. İnsanlar dış görünüşlerinin aksine daha yakından tanıdığınızda cana yakın ve misafirperverdiler. Tekrar gelmeyi çok istedim, 2000’de turizm işine girince de hemen geldim zaten. Rusya’yı ikinci vatanım olarak görüyorum. Aslına bakarsanız Rusya turizm potansiyelini yeterince değerlendiremiyor. Bunun için Türkiye’nin deneyimlerinden yararlanmak istiyorlar, turizmciler burayla işlerini daha sıkılaştırabilir.

BEYAZ GECELER

Nehir turlarınıza Türkiye’den çok ilgi gösteriliyor mu?
Türkiye’den Rusya’ya gelenlerin sayısı son yıllarda ciddi bir artış gösterdi. Özellikle Moskova ve St. Petersburg Türklerin en çok ilgi gösterdiği iki şehir. 2007 yılında Turistik amaçla Moskova’ya gelen Türklerin sayısı 300 bin, bunların kaç kişisi gerçek turist bilemiyorum ama Türkiye’den Rusya’ya artan bir ilgi var. Türkiye’den gelip nehir yolculuğuna katılanlarsa yılda yaklaşık iki bin.

Turlar katılana ne vaat ediyor, katılmak için en güzel zamanlar hangisidir?
Rusya’daki nehir turları mayıs ortasında başlayıp eylül sonunda bitiyor. Haziran ve Temmuz ayındaki gezilere Beyaz Geceler deniliyor. En popüler zamanı, bölge kuzeyde olduğu için o dönemde geceler karanlık olmuyor. Volga nehir turları Rusya’yı her yönüyle tanımak için çok uygun. Moskova ve St. Petesrburg gibi en büyük ve en önemli iki şehrini görüyorsunuz, gemi yolculuğu sırasında çok güzel doğal manzaralar eşliğinde Rusya’nın en önemli su yollarından, doğal nehir ve göllerden, insan eliyle yapılmış kanallardan, su asansörlerinden ve muazzam büyüklükteki barajlardan geçiyorsunuz. Uğradığınız limanlarda ziyaret edilen köy, kasaba ve şehirler size Rusya’nın farklı yönlerini görme ve büyük şehirlerle kıyaslama olanağı sağlıyor. Üstelik pahalı sayılmaz, belli başlı tur operatörleriyle gelebilirsiniz buraya, 10 günlük turun yaklaşık maliyeti kişi başı 1200-1300 Avro.

AVRUPALI KADINLAR RUS KADINLARA ÇOK KIZIYOR

Anekdotunuza dönersek, bir de ikinci kısmı var. Türkiye’de Rusya denilince özellikle erkeklerin aklına ilk anda Rus kadınları geliyor…
Rus kadınlarının güzelliği herkesçe malum. Dünyada bu kadar sayıda güzel kadını bir arada görebileceğiniz ikinci bir ülke var mı bilmiyorum. Ancak Rusya ile ilgili birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanış bilgiler ve önyargılar var. Rus kadınları kolay kadınlar veya hafif kadınlar olarak algılanıyor. Rusya’yı iyi tanıyan ve seven biri olarak bu beni çok rahatsız ediyor. Rusya’da cinsel tabular, insanların özel yaşamlarına müdahale yok. Kadın erkek birliktelikleri olması gerektiği gibi ve tüm doğallığıyla yaşanıyor.

Neden kolay kadınlar olarak algılanıyorlar?
Genelde kadınlar günlük hayatta aktif rol alıyorlar, bağımsız ve güçlü bir kişiliğe sahipler. Böyle olduğu için de kendinden emin ve rahat davranıyorlar. Dişiliklerini ön plana çıkarmaktan, içlerinden geldiği gibi hareket etmekten çekinmiyorlar. Bu tür davranışlar da bizde genellikle farklı şekilde yorumlanabiliyor. İş hayatında aktif olan ve her işi yapan kadınlar ev işlerini de üstlenip ev kadınlığı yapmaktan yüksünmüyor. Avrupalı kadınlar mesela bundan dolayı Rus kadınlarına çok kızıyor.

Sizin orada bulunmanızda rolleri var mıdır peki?
Evet, burada kalmamda her biri aktris olabilecek kadar güzel bu kadar çok kadını bir arada görmüş olmamın da büyük rol oynadığını itiraf etmeliyim.

Türk-Rus evlilikleri çok yaygın bildiğim kadarıyla…
Aslına bakarsanız iki ülke insanları birbirleriyle iyi anlaşıyor. Rusya bizim gibi bir Avrasya ülkesi. Yani ne tam batılı ne de tam doğulu. Bu nedenle zihniyet olarak bir birimize benziyoruz. Bu Rus-Türk evliliklerinin bu kadar çok olmasının da bir nedeni olabilir. Rus-Türk evliliklerinin 200 bini bulduğu söyleniyor. Bunlardan 60 bini Türkiye’de yaşarken geri kalanı Rusya’da yaşayan aileler. Ben bu evliliklerin daha da artacağını düşünüyorum. Genellikle Rus kızları Türk erkekleriyle evleniyor. Tersi durumlar da var ama sayıları çok fazla değil.

Türk erkeklerini tercih etmelerinin başka nedenleri var mıdır?
Evet, Türk erkeğinin aileye daha çok önem vermesi, kadını sahiplenmesi ve daha fazla ilgili olması.

Akşam 21.06.2008

sergi/ Doğu’nun tüm ‘güzelliklerini’ keşfedin









Afrika çöllerinden İstanbul manzaralarına, Mustafa Kemal’den Nicolas Sarkozy’e, ‘insan hayvanat bahçeleri’nden ‘erotik’ diyarların keşfine uzanan ‘renkli’ bir oryantalizm macerasına ne dersiniz? ‘Enteresan’, ‘gizemli’,‘erotik’
ve ‘ilkel’ Doğu sizi bekliyor.


Doğu’nun tüm ‘güzelliklerini’ keşfedin

Açık kaldığı 190 gün boyunca 30 milyondan fazla kişi tarafından ziyaret edilen bir sergiyi gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz? İhtişamlı övgülerin bile anlamını yitirdiği böyle bir sergiyi canlandırmak çok kolay olmasa gerek. Günümüzün en popüler müzelerinden Tate Modern’in ve Louvre’un yılda ortalama 6 milyon ziyaretçiyi ağırladığını duymak canlandırmanıza yardımcı olabilir mi acaba? Yaklaşık üç yıllık bir hazırlığın ardından 1931’de Paris’te açılmıştı söz konusu sergi. Bu devasa organizasyonda 5 bin metrekarelik alanda 55 metre yüksekliğe varan tapınakların birebir kopyaları, ‘otantik’ yerleşimler ve buralardaki günlük hayat ‘sanatseverlerin’ ilgisine sunulmuştu. Serginin herkeste merak uyandıran esas ‘objeleri’ ise Çin’den Ortadoğu’ya, Afrika’dan Amerika’ya uzanan geniş coğrafyadan seçilen, farklı ‘egzotik’ dünyaların 1.500 kadar yerli insanıydı.

Aslında sömürgeciliğin en karanlık yüzünü gösteren bu tür uluslararası sömürge sergilerini ilk kez 1874 yılında, o zamana kadar hayvanat bahçeleri için hayvan tedarikçiliği yapan Alman girişimci Karl Hagenbeck icat etti. Zamanla ‘insan hayvanat bahçeleri’ adıyla anılacak bu canlı sergilerden ‘Bir Günde Dünya Turu’ gibi gayet masum başlıklar altında 1930’lu yıllara kadar onlarcası düzenlendi ve ‘asıl meselesi’ Afrika’yı da kapsayan bir ‘doğu’ mitini insanlara tanıtmaktı.

Tüm bu sergilerin taşıdığı oryantalist mesaj, 1978’de bu konu üzerine yazmış olan Edward Said’in belirttiği gibi apaçık politik anlamlar içeriyordu; giyimleri kuşamlarıyla, gelenekleriyle ve davranışlarıyla bu enteresan ‘seyirlikler’ gerçekte medeniyetten nasibini almamış ilkel insanlardı ve üstün ‘batı’ tarafından yönetilmeyi hak ediyordu.

Sömürge sergilerinin mantıki sonuçlarına ulaştırdığı oryantalizm, bugünlerde Osmanlı Bankası Müzesi’nde açılan ‘Doğuyu Tüketmek’ başlıklı serginin konusu. Prof. Dr. Edhem Eldem’in küratörlüğünü üstlendiği 2 Mart 2008’e kadar sürecek sergi, 19. yüzyılın sonlarından itibaren batının tüketim kültüründe, tüketicinin hayal gücüne ve arzularına cevap verecek şekilde gelişen doğu imajını ve bu imajın yayılmasına imkan veren reklam afişleri, çizgi romanlar, gezi rehberleri, kartpostallar, resimli ambalajlar gibi araçları konu ediyor.

Sergide en çok dikkat çeken, Eldem’in özel bir ayrıcalıkla ulaştığı Kazablanka’daki Abderrahman Slaoui Vakfı’nın paha biçilmez koleksiyonundan seçtiği büyük boy afişler. Görkemli tabloları andıran afişlerde (ve tabi bütün diğer sergi objelerinde de) ‘doğu’ sürekli benzer klişelerle yeniden ‘keşfediliyor’; çöl, kum, palmiyeler, piramitler, minareler, develer, çarşaflı kadınlar ve kullanımının sonu hiç gelmeyecekmiş hissi veren, ‘doğu’ya gönderme yapmanın belki de en işlevsel ve yaygın yöntemi, mimari bir unsur olan mağribi tipi kemerler…

ORYANTALİST MUSTAFA KEMAL
Oryantalist bakış açısını tipik klişeler, cazip çizimler ve canlı renklerle taşıyan bu büyük afişler arasında dolaşırken gördüğünüzde şaşıracağınız küçük bir siyah beyaz fotoğrafla karşılaşacaksınız: Genç Mustafa Kemal, Sofya sefaretinde askeri ateşeyken davetli olduğu bir maskeli baloda, yeniçeri kıyafetleri içinde bir eli kılıcının kabzasında gayet rahat bir poz vermiş. Bu matrak fotoğraf aslında oryantalizm denen şeyin ne denli güçlü olduğunun ve batılılaşmaya çalışan Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bu bakış açısını, kendi oryantalizmini yaratmaya götürecek kadar kabullenişinin göstergelerinden biri olarak okunabilir. Bir zamanların ‘geleneksel’ ordusunun kıyafeti, bu genç ve modernist subay için artık maskeli baloda sergilenecek egzotikliğe dönüşmüştür.

ORYANTALİZM: İKİYÜZYILLIK BİR MACERA
Aslında hangisinin daha fazla önem taşıdığına karar vermenin kolay olmadığı pek çok etkenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı oryantalizm. Yine de hızlı bir tarih yolculuğuyla bu kavramı anlaşılır kılmak mümkün. 18. yüzyılda Avrupalılar için Doğu Akdeniz’e ulaşmak önceki dönemlere göre kolaylaşmıştı. Doğuya özel olarak gönderilen ressamların sayısı artmış, doğudan gelen nesneler, giysiler aracılığıyla üst sınıflar arasında ‘turquerie’ modası yayılmıştı. Hep hayranlık, merak ve hatta nefretin oluşturduğu doğu imajına 18. yüzyılın sonlarına doğru üstünlük duygusu da eklendi, zira Osmanlılar artık bir yüzyıl öncesinin ‘korkunç Türkler’i değildi. Batı ile Doğu arasındaki ilişkilerin kırılma noktasını temsil eden Napolyon’un 1798’deki Mısır işgaliyse, iki dünya arasındaki karşılıklı algılamanın sonsuza kadar değişmesine neden oldu. Byron, Delacroix, Hugo gibi dönemin ünlü yazar ve sanatçıları ihtişam ile çöküşün, barbarlık ile kahramanlığın, güzellik ile yozlaşmanın birbirine karıştığı yeni bir Doğu imajının yaratılmasının öncüleri oldular. 1826’da oryantalizm terimi ilk kez Fransızcada kullanıldı. Başlangıçta, ‘batının, uygarlığını doğuya borçlu olduğunu’ savunan teorinin adı olarak kullanılan terim kısa zaman sonra ‘doğulu tarzın taklidi’nin ve ona duyulan düşkünlüğün ifadesine dönüştü.

1830’da Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetindeki Cezayir’e girmesi ve daha sonraları bunu diğer yerlerin izlemesi, Doğuya yüklenen yeni bir imajla ve yaratılan yeni bir tür merakla paralel ilerledi. Bu ‘izmler çağı’nda turizm denen bir şey icat edilmiş ve Doğu da gezilip görülecek, keşfedilecek bir ‘macera’, tüketilecek bir meta olarak pazarlanmaya başlanmıştı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Doğu imajı sabundan havayolu şirketine, sigaradan demiryollarına, çikolatadan bankaya kadar akla gelebilecek her ürünün pazarlanmasında kullanılmaya başlandı, tabi yüz yıldan beridir kendisini temsil eden klişelerle. Doğu’nun büyük klasiği ‘Bin Bir Gece Masalları’ Batı’da ilk kez 1704’te yayınlanmıştı, fakat sahip olduğu erotizmin feda edilmediği ilk çeviriyi Richard ‘Kirli Dick’ Burton 1885’te yayınlayınca hiç de küçümsenemeyecek bir etki yarattı. Erotizmin, Doğu imajının ayrılmaz bir parçasına dönüşmesinde Bin Bir Gece Masalları’nın büyük bir rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sergideki afişlerde bu etki belirgin biçimde yansıyor. Örneğin 1930’lu yıllara ait bir afişi omuzunda testi taşıyan çarşaflı bir kadın dolduruyor. Fakat aslında kadın bedeninin yabancı gözlerden sakınılması için kullanılan çarşaf burada, çekici kadının vücut hatlarının cömertçe vurgulanmasına yaramış. Bu erotik afişin Fas Demiryolları’nın reklamı olduğunu öğrenmek şaşkınlık verici olabilir. Eğer 1930’lu yıllarda yaşayan bir Avrupalı olsaydınız mesajı algılamanız hiç de güç olmayacaktı: Demiryoluyla yolculuk yapmak Fas’ın apayrı ‘güzelliklerini’ keşfetmek demektir.

‘AHLÂKSIZ VE PASPAL ARAP SARKOZY’
Serginin küratörü Eldem, çok güçlü bir etki yaratmış ve batının doğu üzerindeki iktidarının fikri düzeydeki yansımasını ifade eden oryantalizmi, kimi zaman karşılaşılabildiği gibi büyük bir komplonun ya da hain bir planın parçasıymış gibi ele almamak gerektiğini söylüyor. Örnek olarak ise günümüz Fransa’sının son zamanlarda yeniden popüler olan oryantalist kahramanı İznogoud’u (‘İs no good’; işe yaramaz) gösteriyor. 1961’de Jean Tabary ve Rene Goscinny’nin yarattığı çizgi karakter İznogoud sivri sakallı, paspal, hain, açgözlü ve ahlaksız bir Arap sadrazamdır. Hayattaki tek amacıysa iyi kalpli, uysal, tembel ve son derece aptal halifenin yerine halife olmaktır. Ama tahmin edersiniz ki planlarında daima başarısız olur, aptal halife ise onun bu planlarının farkına bile varmaz. Arap klişelerinin bu en somut örneğinin günümüzün Fransızları için çağrıştırdığı şey ise kendi cumhurbaşkanları Nicolas Sarkozy’den başkası değildir. Sarkozy, “cumhurbaşkanının yerine cumhurbaşkanı olmak” istediğini söylediğinden beri İznogoud farklı bir bağlamda yeniden popüler oldu.

Burada serginin bir bölümünün, Türkiye’de oryantalizmin farklı biçimlerde yeniden üretilmesine ayrıldığını belirtmek gerek. Batılılaşmaya çalışan Osmanlı’nın bu yöndeki çabaları ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğulu kökleriyle ilişkisini tamamen kesmesi, aynı zamanda oryantalizmin yeniden üretilmesini sağlamıştı. Batının kendisini de kapsayan Doğu imajına bir tepki olarak, aynı zamanda Batının üstünlüğünü kabul ettiğinin açık göstergesi sayılabilecek biçimde Osmanlı ve Türkiye, söz konusu imajı kendi topraklarındaki ‘daha Doğulu’, ‘diğer’ unsurlara ve Araplara yükledi. Eldem’e göre bir zamanlar Türk musikisinin, yakın geçmişte ise arabeskin ve göbek dansının yasaklanması da günümüzün popüler deyimi ‘Beyaz Türk’ kavramı da oryantalist bakış açısının hala canlı olduğunun çarpıcı göstergeleri.

Sergiyi gezerken oryantalizmin size de ilginç gelecek farklı yanlarını, bu yazıya sığmayacak ipuçlarını fark ederken bu ‘renkli’ macerayı zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bitireceksiniz.

Akşam/ Brunch Şubat 2008

80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans


Karaca, Minkari ve Boysan, Çığ'a 'kraliçemiz' diyerek sesleniyorlar.
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Eğlenceli muhabbetlerine doyum olmayan, yaşları seksenini aşmış dört ünlü isim; Aydın Boysan, Tarık Minkari, Hayrettin Karaca ve ‘kraliçeleri’ Muazzez İlmiye Çığ cumartesi akşamları ‘Giderayak’la karşımıza çıkıyorlar. Dört ‘hınzır’ın ortak imzalarını attıkları program televizyonun kült yapımları arasına girmeye aday.




80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans

Kimi zaman televizyonda katıldıkları sohbet programlarında izleme fırsatı bulduk onları, kendi alanlarındaki engin birikimleri bir yana aynı zamanda epey eğlenceli sohbetleriyle de hafızalarımızda yer ettiler. Bugünlerdeyse konuk oldukları değil, bizzat kendi imzalarını attıkları ortak programlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, mimar Aydın Boysan, cerrah Tarık Minkari ve kurucusu olduğu TEMA vakfıyla tanıdığımız Hayretin Karaca dörtlüsünün cumartesi akşamları Kanal B'de ekrana gelen programlarının adı 'Giderayak.

Sunucuları sırasıyla 93, 86, 83 ve 87 yaşlarında olan bir programın adının 'Giderayak' olması elbette ilginç. İsim, içlerinde neşesi ve matraklığıyla en fazla ün yapmış olan Boysan'a ait. "Maksat hınzırlık olsun" diye bulmuş bu ismi Boysan, bir ara akıllarına 'Henüz Vakit Erken' diye bir isim de gelmiş diğerlerinin ama 'hınzırlık'ta anlaşmışlar sonunda. Çığ, "anlatacağımız daha çok şey var, o yüzden bu program önemli bizim için, gitmeden önce bir faydamız dokunsun memlekete" sözleriyle programın amacına işaret ederken, içlerinden en genç olan Minkari kahkahalar arasında "yaşlı programı gibi görünmesin diye beni davet ettiler, kabul ettim ben de ne yapayım" diyor. Programın moderatörlüğünü yürüten Karaca ise dördüncüsünü hazırladıkları programın bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmediğini söylerken gelen e-mail'lerin çokluğundan bahsediyor. "Ama" diye de ekliyor; "soruları cevaplayamıyoruz programda, bir saat süre var zaten, biri konuşmaya başlayınca susmak bilmiyor bir türlü, kulaklarını çekeceğim artık, susturup sözü başkasına vermek de kolay iş değilmiş o kadar."

Televizyonculuk tarihine geçmeye aday ilginç programın, bu akşam yayınlanacak bölümünün Sabancı Müzesi'nde yapılan çekimleri öncesinde ve sonrasında konuşma fırsatı buluyoruz dört büyük isimle. Bir araya gelenler muhabbeti tatlı, görmüş geçirmiş kişiler olunca insanın kafasında 'neydi o eski günler' formatında bir program canlanıyor daha çok. Fakat tam olarak öyle değil; Giderayak 'derdi' olan bir program ve zamanımıza, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullara ilişkin kaygılardan doğmuş.

"Hayrettin'le her buluştuğumuzda bir şeyler yapmamız gerektiğini konuşuyorduk, elimize pankart alıp sokağa mı çıkalım, 80’ler kulübü mü kuralım, çarşaf giyip protesto mu edelim, ne yapalım diye düşünüyorduk" sözleriyle memleket hallerinden duydukları rahatsızlığı dile getiriyor Çığ. Ona göre Türkiye, sonunda laikliğini yitirebileceği olumsuz bir süreçten geçiyor; "derken bulduk ne yapacağımızı, Hayrettin bir televizyon programı yaparsak sesimizi daha iyi duyururuz dedi, öylece başladı." İkili bir kez karar verince devamı çabuk gelir, önce Çığ'ın gençlik yıllarından beri samimi arkadaşı olan Minkari'yi, ardından da onun "rakı sofrasından muhabbet arkadaşı" Boysan'ı ikna edip aralarına alırlar. Hiçbirinin üstlenmek istemediği sunuculuk ise programı icat ettiği için Karaca'nın üzerine kalır.

Programın kendine özgü yanlarından biri, çekilecek bölümün ne hakkında olacağının son ana kadar belli olmaması. En azından bizim izlediğimiz bölüm öyle çekildi, yapımcıya "ne konuşulacak" diye sorduğumuzda cevabı, "bilemiyorum, ne istiyorlarsa onu konuşuyorlar" şeklindeydi ve oturma düzenine geçilmeden hemen önce Karaca'nın önerisiyle "cumhuriyet"in konuşulmasına karar verildi. Son olarak Karaca ile Minkari'nin arasında, "kraliçem" diye hitap ettikleri Çığ'a kimin daha yakın oturacağı konusundaki tartışma da Çığ'ın "çocukluk yapmayın kulaklarınızı çekerim şimdi" şeklindeki müdahalesiyle tatlıya bağlanınca çekimler başlayabildi.

BUNDAN SONRA 15 GÜNDE BİR
Aslında gerek zihin açıklığı gerekse de eğlenceli ve esprili sohbetleriyle yaşlarını fazlasıyla aşan canlılık sergilemelerine rağmen bir program rutini içinde her hafta toplanmak kolay değil. Çekimlerde bu zorluğu yaşamış olacaklar ki işler tamamlandığında bundan böyle her hafta değil de iki haftada bir program yapmayı teklif ediyorlar yapımcı Hüseyin Taşkın’a, o da kabul ediyor tabii.

Çekimler esnasında hepsi yanlarında getirdikleri kırmızı kazak ve ceketlerini giyiyorlar. Taşıdıkları kaygıların bir ifadesi olarak bayrak rengi kırmızıyı giymeyi tercih etmişler programda. Kendisini devrimin bir temsilcisi olarak gördüğünü söyleyen Çığ, verilmek istenen mesajı daha belirgin kılmak için bundan sonra kırmızı renkli Giderayak tişörtleri yaptırmak istediğini söylüyor. “Peki bu kadar uğraşıyorsunuz, geleceğinden umutlu musunuz ülkenin?” diye soruyoruz. “Umutlu olmasam burada işim ne, değil mi” diyor Çığ; “Batının 400 yılda yaptığı reformları, rönesansı biz çok kısa sürede yaptık, padişahlığı devirip cumhuriyeti kurmak, laikliği getirmek kolay mı, daha tamamlanmadı ama işimiz, çalışmaya devam etmek lazım.”

Fakat olaya farklı bir açıdan yaklaşan Boysan Çığ’la aynı fikirde değil; “Şimdiki insanlar konforu uygarlık sanıyor, bu böyle değil aslında, cumhuriyetin ilk zamanlarında akan suyu, buzdolabı, daha bir sürü şeyi olmayan ahşap evlerde yaşardık mesela, kedilerle hatta farelerle iç içe, şimdiki gibi rahat değildik yani, yoksulluk vardı ama mutluyduk çünkü umudumuz vardı, Türkiye’nin on yılda büyük devletler arasına katılacağına inanırdı çoğu kişi. Şimdi öyle mi peki, ‘Türkiye yakında büyük devlet olacak’ de bakayım sana ne derler?”


ÇIĞ: ‘LAİKLİK YOKKEN BİLE KIZLAR BAŞLARINI ÖRTMEYİ REDDETMİŞLERDİ’
Muazzez İlmiye Çığ iki yıl önce, bugün hararetli tartışmalara konu olan türbanı Sümer tapınaklarındaki fahişelere dayandırdığı için açılan davayla kamuoyunun gündemine gelmişti. Ona göre kadınların kafasının bu “bohçaya” sokulması ve ikinci sınıf vatandaş yapılması kadınlardan çok erkeklerin derdi; “daha 1918 de kız öğretmen okulunda kızlar ‘başlarımızı örtmeyeceğiz’ diye baş kaldırmışlardı, ne kıyafet kanunu ne de laiklik vardı, 1923, 1924, 1925 yıllarında çıkan okul resimlerinde hiçbir kızın başı örtülü değildi, ondan sonra da kimse düşünmedi bunu. İlk olarak 1981’de mecliste Mehmet Yamak diye bir milletvekili mecliste ‘imam hatip kızlarının başı örtülsün’ diye demeç verdi, ondan sonra başladı bu işler, ben hemen kendisine, bizde bir rahibe sınıfı olmadığını ve laik devletin okullarına din kıyafeti ile girilemeyeceğini yazdım bana katılan olmadı.”


MİNKARİ; ‘DAYANIŞMA RUHUNU YENİDEN BULMAMIZ LAZIM’
Dördünün de kaygıları ortak, amaçları memleket vaziyetlerine ‘hınzır’ bir bakış atmak. Öte yandan iş ciddi de, biraz yakınarak “buraya maskaralık yapmaya çıkmıyoruz” diyor Çığ, şimdiye kadar kendilerine Beyazıt Öztürk’ün ya da Okan Bayülgen’in şov programlarını hatırlatanlar eksik olmamış. Program için seçtikleri ‘cumhuriyet’ konusuna kısa sürede başarıyla motive olmalarından kaynaklansa gerek, sorduğumuz soruların çoğunu cumhuriyet ve demokrasinin önemiyle bağlıyorlar. Durum böyle olunca da tabii, en azından dinleyiciler için işin en keyifli yanını oluşturan anılara dönmek kaçınılmaz oluyor.

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli cerrahlardan olan Minkari için cumhuriyetin kıymeti yoksulluk içinde gösterilen olağanüstü çabayla kurulmasından kaynaklanıyor. 44 yıl aralıksız çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir zamanlar ameliyatları nasıl yaptığını anlatıyor Minkari: “Savaş yıllarıydı, yeterli ekibimiz yoktu çünkü savaşlardan dolayı Cumhuriyet yeterli doktor yetiştirememişti, ameliyatları sınırlı ekiplerle, eksik malzemeyle yapardık ama yabancı doktorlar bile şaşırırlardı başarı oranına. Bir gün ameliyat için dikiş ipliği kalmamıştı, askeri hastaneden istedim onlarda da yoktu, daha sonra bir gazetede Japonya’dan balık avlamak için çeşitli ipliklerin ithal edildiği haberini gördüm, hemen koştum balıkçılara, hamsi yakalamak için örülen ağların iplikleri iyiydi, kilolarca ip aldım, baya bir süre o iple ameliyat yaptık, başarılı da oldu.”

Karaca’ya göre şimdi ihtiyacımız olan şey, epey bir zamandır kaybedildiğini düşündüğü dayanışma ruhu. “Varlıklı bir ailede büyüdüm ben ama mahallemizde hali vakti yerinde olmayanlar da vardı, yine de bir paylaşma düzeni olduğu için mesela komşu teyzenin yemeğini, yakacağını başka komşuları verirdi, akşam olunca annem elime bir tabak yemek tutuşturur kulağıma ‘bunu komşu teyzeye ver ‘ derdi, duyacak birileri yoktu ama ‘kimse görmesin’ mesajıydı bu, dayanışma bir kültür meselesi, kaybettiğimiz şey de bu, yeniden bulmamız gerek.”

Akşam 22.03.2008

İşveli, nazlı, ay parçası, ateş dudaklı kadınlar


İşveli, nazlı, ay parçası, ateş dudaklı kadınlar




“Hangi kadın yatakta, hangisi ev işlerinde iyidir?” “Rus kadınları mı daha cazibelidir, İngilizler mi?”, “Cezayirlilerle Tunusluları birbirinden ayıran cinsel özellikler nelerdir?”, “İstanbul’da kaç cins kadın yaşar…” Bundan 150 yıl önce Enderunlu Fazıl’ın kafasını meşgul eder bunun gibi sorular. Bir bir araştırır ve dünyanın tüm kadınlarının kitabını; “Zenanname”yi yazar. Kitap dillere destan olur, ardından yasaklanır (ama muzırlıktan değil). 150 yıl sonra, yani bugün, Osmanlı’nın yasaklanan bu ilk kitabı yeniden basılır…



“Rus kadınları çirkin, sarı yüzlü, mavi gözlü, uğursuz, soğuk, yılan gibidir…” Bugün bu sözleri birinden duysak, en azından büyük çoğunluğumuz “amma da zevksizmiş” deriz herhalde. Döneminin genel beğenisini ne kadar yansıtıyordur bilmiyoruz ama Rus kadınlarını anlatırken böyle söylemiş 18.yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl.

Yalnızca Rusları değil farklı milletlerden, kültürlerden pek çok kadını anlatır Fazıl… Amerikalı kadınları “çirkin, hayvan şeklinde, yedi ayda doğuran, şehvetli kadınlar” gibi tanımlamalarla yerin dibine batırırken, Rum kadınlarına “taşkın, cilve hazinesi, ince, nazik, gonca ağızlı, sarhoş gamzeli, gül memeli, dudu dilli” sözleriyle methiyeler düzer, ya da “namuslular, aşifteler, fahişeler ve seviciler” diyerek sınıflandırdığı İstanbul kadınlarına “parlak yüzlü, güzellik mayası, güzel yaradılışlı, güzel ahlaklı, pembe tenli, gonca yanaklı, cinsi alem mecmuası” sıfatlarını yakıştırır.

Enderunlu, tüm dünya kadınlarından resmigeçit yaptırırcasına söz ederken en ufak ayrıntıları bile atlamaz. Hangi kadının yatakta, hangisinin ev işlerinde daha iyi olduğundan, kimin neresinin güzel olduğuna, kimin nelerden hoşlandığına kadar çeşitli tespitler yapar; “Rus kadınları mı daha cazibelidir, İngilizler mi?”, “Cezayirlilerle Tunusluları birbirinden ayıran cinsel özellikler nelerdir?”, “kadınlar hamamında ne yenilir, ne içilir ve de nasıl kavga edilir?”, “İstanbul’da kaç cins kadın yaşar?” gibi akla hayale gelebilecek her türlü soruya kendince cevap verir.

Onun cevap aradığı sorulardan belli ki, her ne kadar beğenileri günümüzden farklılık gösterse de o zaman erkeklerinin kafalarını kurcalayan sorular da üç aşağı beş yukarı bugünküyle aynıymış. Enderunlu Fazıl uzun, zahmetli ve yorucu araştırmasını “Zenanname” adlı el yazması kitabında toplar. Kitap bir kere dillere düşünce de korsan baskıları “yazılır”, “çok satanlar listesine” girer ve mısraları ezberlenip kulaktan kulağa yayılır.

Kitabın bu kadar çok tutulmasının nedeni tabii ki yarattığı düşsel kadın dünyasıyla, kendi çağının erkeklerine eşsiz bir fantazi sunmasında yatıyor. Tıpkı Doğu Hint kadınlarını betimlerken kullandığı “yüzü gözü kara kadınlar, çiftleşmeye talip olmazlar, soğuklar, onlarla cinsel ilişkiye giren ‘dondurma’ olur, ‘alet’ yerine bu kadınlara ‘meşale’ gerekir” sözlerinde olduğu gibi, zamanın erkek kültürünün yarattığı bakış açısıyla, argoyla ve önyargılarla kurulmuş bir fantazi bu.

Zenanname, günümüzü çağrıştıran başka bir olaya da vesile olur. Fazıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de İstanbul’da kitabın matbaa baskısı çıkar. Fakat matbu nüshalar o zamana kadar görülmemiş bir uygulamayla sansüre uğrayarak devlet eliyle toplatılır. Toplatılma nedeni “muzır” bulunması ya da kimi yerlerinde kadınları aşağılaması değil (bu ikincisi nedeniyle sansüre uğramayacağını tahmin edersiniz zaten), bir bölümünde nikaha karşı çıkılmasıdır. İlginç bir diğer durum ise toplatma kararını ne sarayın, ne şeyhülislamın ne de iç işleriyle ilgili bir makamın değil de, Dışişleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın vermesidir.

İşte o yasaklanmanın ardından efsaneler arasına girerken bir daha da haber alınamaz Zenanname’den. Ta ki 150 yıl sonrasına, yani bugüne kadar. Osmanlı’nın yasaklanan bu ilk kitabı, “Zenanname: Kadınlar Kitabı” adıyla yeniden yayınlandı. Filiz Bingölçe’nin hem Türkçe hem de İngilizce biçimiyle yayına hazırladığı kitap Alt-Üst Yayınları’ndan çıktı.


UZUN VE ZAHMETLİ BİR ÇALIŞMA
Enderunlu Fazıl, Zenanname’yi uzun, zahmetli ve zor çalışmalar sonucunda ancak kaleme alabilmiş. Şimdi tabii pek çok kişi bu işin Fazıl’a neden bu kadar zor geldiğini merak ediyordur, cevabı kendisinin eşcinsel olmasında saklı. Aslında, uzun bir şiir biçiminde yazdığı Zenanname’nin sefahat kısmında söylediği gibi, “divan şiirinde kadınların sözünü açmak bile yersiz”dir Enderunlu Fazıl için. Buna rağmen kendisini yer yüzünün tüm kadınlarını yazmaya mahkum ettiren ise “delikanlı” sevgilisidir.

“Yaz” der, bizimkisinin “delikanlı” sevgilisi. Bizimkisi, “hayır, yazamam”, “ben kadından ne anlarım” türünden cevaplar verse de “delikanlı” ısrarlı ve acımasızdır; “eğer yazmazsan gidip düşmanınla birlikte olurum” diyerek gözdağı verir. Artık bizimkisi çaresiz kalmıştır, kağıda kaleme sarılır ve daha önce “Hubanname”de erkeklerini anlattığı milletlerin birer birer kadınlarını yazmaya başlar. Ortaya “Hubanname”den daha uzun bir “Zenanname” çıkacak, Enderunlu Fazıl kulaktan kulağa “kadınların uzmanı” olarak nam salacaktır…

HANGİ KADIN GÜZEL, HANGİSİ CİNSEL AÇIDAN HARARETLİDİR?
Zenanname’de sırasıyla; Doğu Hindistan, Acem, Bağdat, Mısır ve Kahire, Sudan, Habeş, Yemen, Fas, Cezayir ve Tunus, Hicaz, Şam, Halep, Anadolu, Akdeniz, İspanya, İstanbul, İslam ülkelerindeki Avrupalılar, Rum, Ermeni, Yahudi, Çingene, Rumeli, Arnavut, Boşnak, Tatar, Gürcü, Çerkes, Leh, Avusturya, Rus, Avrupa, İngiliz, Hollanda ve Amerika’lı kadınları anlatır Enderunlu Fazıl. Anlatırken de fiziksel özelliklerinden tavırlarına kadar, en ince ayrıntıları bile atlamamaya çalışır:

Halep kadınları: Hoş simalı, akçıl, hasta yürüyüşlü…
Anadolu kadını: İşveli, yeni tarzlı, nazsızdır. Gerdek adetleri beterdir.
Akdeniz kadınları: Gönül çekici…
Rus kadınları: Çirkin, sarı yüzlü, mavi gözlü, uğursuz, soğuk yılan gibi. Fazıl’ın “şeytanın ocağıdır kafir” diye anlattığı bu kadınlar cinsel açıdan hararetlidir.
Kıbrıs kadınları: Çirkin…
İspanyol kadınları: Endamlı, uzun boylu, gümüş tenli, yasemin yaprağı gibi.
Gürcü kadınları: Ay yüzlü cazibeli, gönül çekici, ahlakı güzel, merhametli ve mert.
Çerkez kadınları: Ay parçası, ateş dudaklı, süslü, kılsız, temiz huylu.
Bulgar kadınları: Pis…
Hırvat kadınları: Jaleden hoş, rüzgardan hasta, teni gül rengi, nazlı...
Leh kadınları: Güzel, uzun, seçkin, zina sanatında usta, kılsız, lekesiz, nazik…
Avusturya kadınları: Kadınların cadısı, naz kutusu, teni billur, siyah samur saçlı, nazik.
Avrupalı kadınlar: Hoş. Gençlerinin teni gümüş külçe gibi. Türlü elbise ve ziynet takarlar. Hızla çoğalırlar.
İngiliz kadınları: Hoş simalı, süslü, edalı, ziynetli, tantanalı…
Hollanda kadınları: Tavrı fena, safran gibi sarı, cazibesiz aşifteler…
Amerika kadınları: Çirkin, hayvan şeklinde, yedi ayda doğuran, şehvetli kadınlardır.

Akşam/ Brunch Ocak 2007