13 Aralık 2008 Cumartesi

80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans


Karaca, Minkari ve Boysan, Çığ'a 'kraliçemiz' diyerek sesleniyorlar.
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Eğlenceli muhabbetlerine doyum olmayan, yaşları seksenini aşmış dört ünlü isim; Aydın Boysan, Tarık Minkari, Hayrettin Karaca ve ‘kraliçeleri’ Muazzez İlmiye Çığ cumartesi akşamları ‘Giderayak’la karşımıza çıkıyorlar. Dört ‘hınzır’ın ortak imzalarını attıkları program televizyonun kült yapımları arasına girmeye aday.




80’lik gençlerden ‘hınzır’ performans

Kimi zaman televizyonda katıldıkları sohbet programlarında izleme fırsatı bulduk onları, kendi alanlarındaki engin birikimleri bir yana aynı zamanda epey eğlenceli sohbetleriyle de hafızalarımızda yer ettiler. Bugünlerdeyse konuk oldukları değil, bizzat kendi imzalarını attıkları ortak programlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, mimar Aydın Boysan, cerrah Tarık Minkari ve kurucusu olduğu TEMA vakfıyla tanıdığımız Hayretin Karaca dörtlüsünün cumartesi akşamları Kanal B'de ekrana gelen programlarının adı 'Giderayak.

Sunucuları sırasıyla 93, 86, 83 ve 87 yaşlarında olan bir programın adının 'Giderayak' olması elbette ilginç. İsim, içlerinde neşesi ve matraklığıyla en fazla ün yapmış olan Boysan'a ait. "Maksat hınzırlık olsun" diye bulmuş bu ismi Boysan, bir ara akıllarına 'Henüz Vakit Erken' diye bir isim de gelmiş diğerlerinin ama 'hınzırlık'ta anlaşmışlar sonunda. Çığ, "anlatacağımız daha çok şey var, o yüzden bu program önemli bizim için, gitmeden önce bir faydamız dokunsun memlekete" sözleriyle programın amacına işaret ederken, içlerinden en genç olan Minkari kahkahalar arasında "yaşlı programı gibi görünmesin diye beni davet ettiler, kabul ettim ben de ne yapayım" diyor. Programın moderatörlüğünü yürüten Karaca ise dördüncüsünü hazırladıkları programın bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmediğini söylerken gelen e-mail'lerin çokluğundan bahsediyor. "Ama" diye de ekliyor; "soruları cevaplayamıyoruz programda, bir saat süre var zaten, biri konuşmaya başlayınca susmak bilmiyor bir türlü, kulaklarını çekeceğim artık, susturup sözü başkasına vermek de kolay iş değilmiş o kadar."

Televizyonculuk tarihine geçmeye aday ilginç programın, bu akşam yayınlanacak bölümünün Sabancı Müzesi'nde yapılan çekimleri öncesinde ve sonrasında konuşma fırsatı buluyoruz dört büyük isimle. Bir araya gelenler muhabbeti tatlı, görmüş geçirmiş kişiler olunca insanın kafasında 'neydi o eski günler' formatında bir program canlanıyor daha çok. Fakat tam olarak öyle değil; Giderayak 'derdi' olan bir program ve zamanımıza, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullara ilişkin kaygılardan doğmuş.

"Hayrettin'le her buluştuğumuzda bir şeyler yapmamız gerektiğini konuşuyorduk, elimize pankart alıp sokağa mı çıkalım, 80’ler kulübü mü kuralım, çarşaf giyip protesto mu edelim, ne yapalım diye düşünüyorduk" sözleriyle memleket hallerinden duydukları rahatsızlığı dile getiriyor Çığ. Ona göre Türkiye, sonunda laikliğini yitirebileceği olumsuz bir süreçten geçiyor; "derken bulduk ne yapacağımızı, Hayrettin bir televizyon programı yaparsak sesimizi daha iyi duyururuz dedi, öylece başladı." İkili bir kez karar verince devamı çabuk gelir, önce Çığ'ın gençlik yıllarından beri samimi arkadaşı olan Minkari'yi, ardından da onun "rakı sofrasından muhabbet arkadaşı" Boysan'ı ikna edip aralarına alırlar. Hiçbirinin üstlenmek istemediği sunuculuk ise programı icat ettiği için Karaca'nın üzerine kalır.

Programın kendine özgü yanlarından biri, çekilecek bölümün ne hakkında olacağının son ana kadar belli olmaması. En azından bizim izlediğimiz bölüm öyle çekildi, yapımcıya "ne konuşulacak" diye sorduğumuzda cevabı, "bilemiyorum, ne istiyorlarsa onu konuşuyorlar" şeklindeydi ve oturma düzenine geçilmeden hemen önce Karaca'nın önerisiyle "cumhuriyet"in konuşulmasına karar verildi. Son olarak Karaca ile Minkari'nin arasında, "kraliçem" diye hitap ettikleri Çığ'a kimin daha yakın oturacağı konusundaki tartışma da Çığ'ın "çocukluk yapmayın kulaklarınızı çekerim şimdi" şeklindeki müdahalesiyle tatlıya bağlanınca çekimler başlayabildi.

BUNDAN SONRA 15 GÜNDE BİR
Aslında gerek zihin açıklığı gerekse de eğlenceli ve esprili sohbetleriyle yaşlarını fazlasıyla aşan canlılık sergilemelerine rağmen bir program rutini içinde her hafta toplanmak kolay değil. Çekimlerde bu zorluğu yaşamış olacaklar ki işler tamamlandığında bundan böyle her hafta değil de iki haftada bir program yapmayı teklif ediyorlar yapımcı Hüseyin Taşkın’a, o da kabul ediyor tabii.

Çekimler esnasında hepsi yanlarında getirdikleri kırmızı kazak ve ceketlerini giyiyorlar. Taşıdıkları kaygıların bir ifadesi olarak bayrak rengi kırmızıyı giymeyi tercih etmişler programda. Kendisini devrimin bir temsilcisi olarak gördüğünü söyleyen Çığ, verilmek istenen mesajı daha belirgin kılmak için bundan sonra kırmızı renkli Giderayak tişörtleri yaptırmak istediğini söylüyor. “Peki bu kadar uğraşıyorsunuz, geleceğinden umutlu musunuz ülkenin?” diye soruyoruz. “Umutlu olmasam burada işim ne, değil mi” diyor Çığ; “Batının 400 yılda yaptığı reformları, rönesansı biz çok kısa sürede yaptık, padişahlığı devirip cumhuriyeti kurmak, laikliği getirmek kolay mı, daha tamamlanmadı ama işimiz, çalışmaya devam etmek lazım.”

Fakat olaya farklı bir açıdan yaklaşan Boysan Çığ’la aynı fikirde değil; “Şimdiki insanlar konforu uygarlık sanıyor, bu böyle değil aslında, cumhuriyetin ilk zamanlarında akan suyu, buzdolabı, daha bir sürü şeyi olmayan ahşap evlerde yaşardık mesela, kedilerle hatta farelerle iç içe, şimdiki gibi rahat değildik yani, yoksulluk vardı ama mutluyduk çünkü umudumuz vardı, Türkiye’nin on yılda büyük devletler arasına katılacağına inanırdı çoğu kişi. Şimdi öyle mi peki, ‘Türkiye yakında büyük devlet olacak’ de bakayım sana ne derler?”


ÇIĞ: ‘LAİKLİK YOKKEN BİLE KIZLAR BAŞLARINI ÖRTMEYİ REDDETMİŞLERDİ’
Muazzez İlmiye Çığ iki yıl önce, bugün hararetli tartışmalara konu olan türbanı Sümer tapınaklarındaki fahişelere dayandırdığı için açılan davayla kamuoyunun gündemine gelmişti. Ona göre kadınların kafasının bu “bohçaya” sokulması ve ikinci sınıf vatandaş yapılması kadınlardan çok erkeklerin derdi; “daha 1918 de kız öğretmen okulunda kızlar ‘başlarımızı örtmeyeceğiz’ diye baş kaldırmışlardı, ne kıyafet kanunu ne de laiklik vardı, 1923, 1924, 1925 yıllarında çıkan okul resimlerinde hiçbir kızın başı örtülü değildi, ondan sonra da kimse düşünmedi bunu. İlk olarak 1981’de mecliste Mehmet Yamak diye bir milletvekili mecliste ‘imam hatip kızlarının başı örtülsün’ diye demeç verdi, ondan sonra başladı bu işler, ben hemen kendisine, bizde bir rahibe sınıfı olmadığını ve laik devletin okullarına din kıyafeti ile girilemeyeceğini yazdım bana katılan olmadı.”


MİNKARİ; ‘DAYANIŞMA RUHUNU YENİDEN BULMAMIZ LAZIM’
Dördünün de kaygıları ortak, amaçları memleket vaziyetlerine ‘hınzır’ bir bakış atmak. Öte yandan iş ciddi de, biraz yakınarak “buraya maskaralık yapmaya çıkmıyoruz” diyor Çığ, şimdiye kadar kendilerine Beyazıt Öztürk’ün ya da Okan Bayülgen’in şov programlarını hatırlatanlar eksik olmamış. Program için seçtikleri ‘cumhuriyet’ konusuna kısa sürede başarıyla motive olmalarından kaynaklansa gerek, sorduğumuz soruların çoğunu cumhuriyet ve demokrasinin önemiyle bağlıyorlar. Durum böyle olunca da tabii, en azından dinleyiciler için işin en keyifli yanını oluşturan anılara dönmek kaçınılmaz oluyor.

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli cerrahlardan olan Minkari için cumhuriyetin kıymeti yoksulluk içinde gösterilen olağanüstü çabayla kurulmasından kaynaklanıyor. 44 yıl aralıksız çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir zamanlar ameliyatları nasıl yaptığını anlatıyor Minkari: “Savaş yıllarıydı, yeterli ekibimiz yoktu çünkü savaşlardan dolayı Cumhuriyet yeterli doktor yetiştirememişti, ameliyatları sınırlı ekiplerle, eksik malzemeyle yapardık ama yabancı doktorlar bile şaşırırlardı başarı oranına. Bir gün ameliyat için dikiş ipliği kalmamıştı, askeri hastaneden istedim onlarda da yoktu, daha sonra bir gazetede Japonya’dan balık avlamak için çeşitli ipliklerin ithal edildiği haberini gördüm, hemen koştum balıkçılara, hamsi yakalamak için örülen ağların iplikleri iyiydi, kilolarca ip aldım, baya bir süre o iple ameliyat yaptık, başarılı da oldu.”

Karaca’ya göre şimdi ihtiyacımız olan şey, epey bir zamandır kaybedildiğini düşündüğü dayanışma ruhu. “Varlıklı bir ailede büyüdüm ben ama mahallemizde hali vakti yerinde olmayanlar da vardı, yine de bir paylaşma düzeni olduğu için mesela komşu teyzenin yemeğini, yakacağını başka komşuları verirdi, akşam olunca annem elime bir tabak yemek tutuşturur kulağıma ‘bunu komşu teyzeye ver ‘ derdi, duyacak birileri yoktu ama ‘kimse görmesin’ mesajıydı bu, dayanışma bir kültür meselesi, kaybettiğimiz şey de bu, yeniden bulmamız gerek.”

Akşam 22.03.2008

Hiç yorum yok: