28 Kasım 2008 Cuma

kitap/ Ahmet Ümit/ Başkomser Nevzat bu kez tarikatçıların peşinde


Başkomser Nevzat, çizgi roman sayfalarında iki yıl önce başladığı maceralarının ikincisiyle, gecikmeli de olsa karşımızda. Ahmet Ümit ve İsmail Gülgeç imzalı “Tapınak Fahişeleri”, kadınları kullanarak güç sahibi kişilere şantaj yapan bir tarikatı anlatıyor. Sürükleyici polisiyede sayfaları çevirirken tanıdık yüzlerle karşılaşacaksınız.



Ahmet Ümit
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Başkomser Nevzat bu kez tarikatçıların peşinde


Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin ancak figüran olabildikleri sürükleyici bir macera; zengin tarikatlar, marjinal ilişkiler, şantajlar, cinayetler… Ve tabii başrolde kırlaşmış saçları, hayatın anlamını çoktan çözmüş edasıyla polisten çok güngörmüş bir bilgeyi andıran, hiç gecikmeden olay mahallinde biten ünlü Başkomser Nevzat…

İki yıl önce “Çiçekçinin Ölümü” macerasıyla çizgi roman sayfalarında cinayetten cinayete koşturan Komser Nevzat ikinci macerasıyla nihayet yeniden karşımızda. “Nihayet” diyorum, çünkü “Tapınak Fahişeleri” adlı ikinci maceranın aylar öncesinden çıkması planlanıyordu. İlk macerayı yayınlayan Doğan Kitap, ikinci albümün çizgilerinde “erkek uzvu” göründüğü için kitabı basmaktan vazgeçince planlar suya düşmüş, yeni bir yayınevi bulunmuştu. Fakat kitap henüz piyasaya çıkmadan, hatta basılmamışken bu sefer Muzır Kurulu’nun sansürüne takılmış ve bir iki karenin kaldırılması gibi kimi “küçük” değişikliklere gidilmişti. İşte “Tapınak Fahişeleri”, Türkiye koşullarını düşünürsek pek çok kişi için hiç de esrarengiz ve garip olmayan bu çileli olaylar zincirinin ardından Güncel Yayıncılık’tan poşetsiz olarak çıktı.

Diyeceksiniz ki “peki basılmamış kitap sansüre nasıl takılır?” Bilenler vardır mutlaka ama esrar perdesini herkes adına aralamak için burada bir parantez açıp, matbaaların nahoş bir sürprizle karşılaşmamak amacıyla basımdan önce kitapların filmlerini emniyete gönderdiğini belirtelim.

Komser Nevzat karakterinin yaratıcısı; “Türkiye gibi zekadan yoksun cinayetlerin işlendiği, işkenceyle ifadelerin alındığı bir yerden polisiye yazarı çıkmaz” tartışmaları arasında kaleme aldığı “Patasana”, “Sis ve Gece”, “Kavim” gibi sürükleyici polisiye romanlarıyla geniş bir okur kitlesi kazanan Ahmet Ümit. Çizeri ise yine bir başka tanınmış isim olan İsmail Gülgeç.

TÜRKİYE’NİN TARİKAT GERÇEĞİ

Ahmet Ümit, Başkomser Nevzat aracılığıyla bu kez “Türkiye’nin tarikat gerçeği”ne değiniyor: Mankenlerin ve ünlü ailelerin çocuklarının da içinde bulunduğu bir tarikat vardır. Güzel kadınları etkileyerek, kandırarak ya da tehdit ederek kendine çeken tarikat, bu güzel kadınları din adına zengin ve güçlü kişilerle birlikte olmaya zorlayıp filme kaydeder. Amaç şantaj yoluyla para ve güç kazanmaktır. Fakat tarikat bir gün sert kayaya çarpınca kan gövdeyi götürecek, olayları çözmekse yine Başkomser Nevzat’a düşecektir.

Her ne kadar Ümit, “çizgi romanda Türkiye’deki herhangi bir tarikatı bire bir kullanmadık” dese de hikaye ister istemez Türkiye’deki bir grubu akıllara getiriyor. Evrim teorisi karşıtı yayınlarının yanı sıra hakkında açılan tehdit davalarıyla da gündeme gelen tarikatı, sayfalarını çevirdikçe karşınıza “gözünüzü bir yerden ısıran” yüzlerin çıkacağı bu çizgi romandan mutlaka tanıyacaksınız.

Fıkralara konu olan bir “çok satma” formülü vardır; kitabın çok satılması için biraz gizem, biraz tarih, biraz erotizm, biraz da din içermesi gerekir. Ama Ümit’in böyle bir hikaye anlatmayı seçmesinin nedeni bu basit formül değil tabii ki.

“Bu hikaye nasıl ortaya çıktı” diye sorunca, beş yıl önce bir arkadaşının başından geçeni anlatıyor Ümit: “Arkadaşım tarikatlardan birinin müridi olan yakışıklı bir adama aşık olmuş. Başlangıçta tereddüt etse de modern biri olduğuna ikna olunca rahatlamış biraz. Beraber olacakları bir gün aşık olduğu adamın lüks dairesine gittiklerinde içeride başka bir adamın da bulunduğunu görmüş. ‘Bu kim’ diye sorduğunda adamdan, ‘benimle birlikte olmak istiyorsan önce onunla beraber olmalısın’ cevabını duyunca şoke olup apar topar evden kaçmış.” Ümit bu olayı dinledikten hemen sonra yazmak istemiş ve “Tapınak Fahişeleri” de böylece ortaya çıkmış.

MACERA TV’DE VE SİNEMADA SÜRECEK

Ümit, Başkomser Nevzat maceralarına gösterilen ilgiden memnun. Üçüncü kitabın konusunu belirlemiş bile, ilkinde olduğu gibi tekrar Beyoğlu’nun arka sokakları bekliyor Başkomserimizi. Fakat yine de üçüncü kitabın çıkmasını “Tapınak Fahişeleri”nin satış rakamları belirleyecek.

Başkomser Nevzat’ı önümüzdeki dönemde ayrıca televizyon ekranında da izleyebileceğiz. Aslında kendisinin maceraları daha önce “Karanlıkta Koşanlar” ve “Şeytan Ayrıntıda Gizlidir” dizileriyle ekranlara konuk olmuştu. Bu kez ise Eylül ayından itibaren atv’de “Kanun Namına” adıyla gösterilecek. Komser Nevzat’ı Altan Erkekli, yardımcılarından Ali’yi Hamit Tekin ve Ayşe’yi de Ece Sükan canlandıracak. Başkomser’in kahramanı olduğu Kavim romanı ise önümüzdeki yıl Plato Film tarafından sinemaya uyarlanacak.

MAHKEME TUTANAKLARINDA BENZER OLAYLARLA KARŞILAŞABİLİRSİNİZ

Tapınak Fahişeleri'nde anlatılanların gerçek kişiler ve olaylarla ilgisi var mıdır?
Aslında biz bu hikayede belli bir tarikatı birebir ele almadık. Ama tabii belli bir grubu çağrıştırıyorsa bu onların vukuatlarının, onlara açılan davaların çok olmasından ve kamuoyunun yakından takip etmesindendir. Gerçek hayatta yaşanıyor böyle şeyler, mahkeme tutanaklarında bu çizgi romanda anlatılanlara benzer olaylarla karşılaşabilirsiniz.

Bu tarikatlar yaygın ve güçlü mü acaba Türkiye’de?
Türkiye’de insanların çoğu tarikat üyesidir aslında. Fakat bu çizgi romanda anlatılan tarikat bildiğimiz geleneksel tarikatlardan değil. Modern bir görünümü var, hitap ettiği zengin kesimden güç alıyor ve gücünü arttırmak için de örneğin kadınları zorla kullanarak belli kişilere şantaj yapmak gibi her türlü gayrimeşru yolu kullanıyor.

Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada, özellikle de gelişmiş ülkelerde var bu tür tarikatlar. Belli bir refah düzeyi yaşanan ülkelerde bencil ve yalnız insanın yaşadığı çaresizliği, ruhsal boşluğu sömürerek yaygınlaşıyorlar. Türkiye’dekiler geleneksel tarikatların etkinliği nedeniyle çok güçlenemezler ama Amerika, Japonya gibi ülkelerde çok güçlü tarikatlar var.

Türkiye’dekilerin dünyadaki bu büyük tarikatlarla ilişkisi var mı?
Tabii bu işlerin belgelerine ulaşamayız ama büyük paralar dönüyor, örneğin evrim teorisine karşı basılıp dağıtılan kitaplar için önemli bir kaynak gerekir, bu kaynakların, zenginliğin nerelerden sağlandığı belli değil. Ama örneğin Amerika’daki Evangelistleri bilirsiniz, Bush’un da desteklediği, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkmalarıyla tanınmış tarikat. Bu tarikatın gelişmekte olan ülkelerde etkisini arttırmak için büyük bir bütçe ayırdığı bilinir.

Aralık 2007/ Akşam-Bruch


27 Kasım 2008 Perşembe

Graham Fuller - Bülent Aras/ ‘Türkiye ilk kez önemli bir oyuncu olacak’



Uzun yıllar Türkiye’de istihbaratçı olarak çalışmış CIA Türkiye masası eski şefi Graham Fuller, Türkiye’nin Ortadoğu’da Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar etkili bir aktöre dönüşeceğini söylüyor. ‘Yeni’ bir Türkiye ‘müjdeleyen’ Fuller’in tezini, bugünlerde çıkan kitabında referans gösterdiği Prof. Dr. Bülent Aras’a sorduk.



Bülent Aras


'Türkiye ilk kez önemli bir oyucu olacak'


Politikayla daha fazla haşır neşir olduğumuz şu günlerde kafasını her gün değişen sıcak gündemden kaldırabilenler, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasının da hayli canlı olduğunu fark ediyorlardır. Özellikle İran, Suriye, Irak, İsrail gibi Ortadoğu ülkeleriyle yoğunlaşan trafik kimimiz için pek dikkate değer bulunmasa da, öngördüğü bu yoğunluğa önemli anlamlar yükleyenler de var.

“Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar iyidir” diyor Graham Fuller, Ortadoğu’yu da işaret ederek. Kendisinin ‘iyimserliği’ yalnızca durum tespitiyle de sınırlı değil; “önümüzdeki on yıllık dönemde Türkiye, modern tarihinde ilk defa Ortadoğu siyasetinde önemli bir oyuncu haline gelecektir.” Fuller’e göre Türkiye’nin dış politikasında Amerika’dan bağımsızlaşma eğilimi, gerişi dönüşü olmayan kararlı bir duruma dönüştü ve artık bu yeni durumun Amerika tarafından da benimsenmesi gerekiyor. Onun bu tezinin dayanaklarıysa şöyle sıralanabilir: Sovyet Rusya’nın çözülüşü ve Avrupa siyasetinin yeniden düzenlenişi Türkiye’ye yönelik başlıca stratejik tehdidi ortadan kaldırmıştır; Washington’un Ortadoğu’daki bölgesel gündeminin Ankara’nın çıkarlarıyla çatıştığı algısı giderek güçlenmiştir ve üçüncüsü Ankara, Müslüman dünya, Rusya ve Çin’le daha fazla stratejik bağlantı kurmuştur. Fuller bu uluslararası konjonktüre Türkiye’nin ‘iç barışını’ sağlamış olmasını da ekliyor ve ‘yeni dönemin’ AKP iktidarıyla sınırlı kalmayacağını düşünüyor.

Kanada’daki Vancouver Simon Fraser Üniversitesi’nde misafir tarih profesörü olan ve RAND adlı ‘think thank’ kuruluşunda analistlik görevlerini yürüten Graham Fuller’in, bahsi geçen değerlendirmelerini içeren kitabı ‘Yükselen Bölgesel Aktör/ Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ önceki günlerde Türkiye’de de çıktı. Burada Fuller’in Türkiye’yle ‘ilginç’ bir ilişkisi bulunduğunu belirtmek gerek. Kendisi 1960’lı yıllardan itibaren 14 yıl boyunca CİA’nın Türkiye’deki istihbarat görevlisi olarak çalışmış. Elbette onun geçmişteki bu görevinin bizler için taşıdığı çekicilikten olsa gerek, kitabın kapağına ‘CIA Türkiye Masası Eski Şefi’ titri iliştirilmiş. Fakat kendisi bu görevinin öne çıkarılmasından memnun sayılmaz; Türkçe baskıya yazdığı önsözde, “bir süre için Türkiye’de istihbarat için çalıştığımı unutun, lütfen bu kitabı sanki arkasında özel bir amaç güdüyormuş gibi okumayın, demek istediğim sadece söylediğimdir, kitap her hangi bir Amerikan politikasını veya istihbarat gündemini ileri taşımak için tasarlanmamıştır” diyor.

Fuller’in tezinden yola çıkarak Türkiye’nin “yeni” dış politikasını, kitabında referans gösterdiği isimlerden birine; Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Bülent Aras’a sorduk.

TÜRKİYE BATI’YA GİDEREK DOĞU’YU KEŞFETTİ

Türkiye’nin dış politikasındaki değişimin dayandırılabileceği belli bir dönüm noktası var mıdır?
Dış politikadaki değişikliği tek bir olayla ya da dönüm noktasıyla açıklamamak gerek. Benim önerim ‘coğrafi muhayyile’ kavramıyla açıklamak. Sınırlar artık olağanüstü durumlar olmadan değişmiyor ama o coğrafyayı algılama biçimleri, o coğrafyayla ilgili uluslararası politikalar değişebiliyor.

Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasını algılaması mı değişti?
Böyle söylemek yanlış olmaz. Ortadoğu’da iki şeyin çakışması sonucu gerçekleşti bu durum; Başat güçlerin o bölgelerle ilgili siyasetlerinde belirsizlik olması ve Türkiye’nin kendi evine çeki düzen verip her şeye rağmen siyasi istikrarı yakalamasıyla. Türkiye önünde açılan manevra alanının iyi değerlendirdi ve dış politika uzun süredir ilk kez bir çerçeveye oturdu. Bunda en büyük rol 1999’da başlayan Avrupa Birliği sürecidir, Türkiye gerçekleştirdiği reformlarla siyaset yapma tarzını değiştirdi çünkü.

Bahsettiğiniz yönelimi ‘yeni bir dönem’ biçiminde mi algılamak gerekir?
Yeni bir dönem biçiminde algılamamak lazım aslında. 2000’li yılların Türkiye’ye dayattığı şey bu biraz. Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilgisi hep vardı ama evine çeki düzen verince o bölgeye yönelik politikaları daha anlamlı oldu. Şöyle söylemek gerek; Türkiye Batı’ya giderek Doğu’yu keşfetti. ‘Komşularla sıfır problem’ yaklaşımı zaten AB sürecinde atılması gereken bir adımdı. AB’nin üç tür entegrasyonu var; ekonomik, siyasi ve güvenlik alanlarında. Bu üçüncü ayağın en önemli dökümanlarından biri, AB üyesi ülkelerin komşularıyla problemsiz dış politika yürütmelerini bağlayan bir doküman. Onun bir yansıması oldu ve bunda başarılı olunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Ortadoğu’da kendi güvenliğiyle ilgili politikaları artık ABD’nin aracılığıyla yürütmüyor, bizzat kendisi bağımsız biçimde inisiyatif alıyor.

Bu konjonktürel durum kısa vadeli mi yoksa geleceği var mı?
Yeni oluşan ‘coğrafi muhayyile’ büyük değişiklikler üzerine kurulu, bunun tekrar değişmesi için başka büyük değişikliklerin yaşanması lazım uluslararası sistemde. Şimdilik bu tür eğilimler görünmüyor. Bir de içerideki ‘siyasi istikrar’ faktörü var, bu ortam kaybolursa yeni dış politikada değişiklikler olabilir. Fakat şimdi bu değişim kendi direnç noktalarını da yaratıyor, kaosa girme eşiği daha yukarıda, artık bir iki bombayla ya da mahkeme kararı kaosa neden olmuyor.

DIŞ POLİTİKA HÂLÂ DEVLET SÜZGECİNDEN GEÇİYOR

AKP iktidarına özgü bir politika olarak değerlendirebilir miyiz yeni yönelimi?
Türkiye’de askerlerin de büyük resme odaklandığını düşünüyorum. AB süreci Türkiye’nin güvenliğine hizmet eden bir süreç olarak algılanıyor. Türkiye’nin bölgesel açılımıyla MGK arasında bir açı farkı yok ve AKP’den sonra da devam edecek bu durum. Türkiye’de dış politika her zaman devlet politikası olarak yürütülmüştür zaten, siyasal iktidarlar tek başına belirlemez. Osmanlıdan miras kalan en önemli geleneklerden biridir bu. Daha demokratik ortamda yapılıyor şu anda ama hala bir devlet süzgecinden geçiyor.

Şimdi Türkiye-ABD ilişkilerini nasıl bir gelecek bekliyor?
İki ülke ilişkilerinin geldiği nokta ilginç. Soğuk savaş dönemindeki Türkiye ABD işbirliğinin bir gereği şuydu; Türkiye zaman zaman kendi çıkarlarına aykırı olsa da ABD politikaları gereğince tutum almak zorundaydı. Örneğin ‘füzeler krizi’nde bunları yaşadık. Yeni işbirliğiyse daha çok eşitler arası işbirliği olacak. Bunun anlamı şudur; işinize gelen noktalarda işbirliği yaparsınız gelmeyen noktalarda kendi yolunuzu çizersiniz. Türkiye’nin şimdi Suriye’ye, İran’a, Irak’a yönelik kendi pespektifleri var ve bu perspektifin birinci motifi Türkiye’nin kendi güvenliği. Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil, mesela Yunanistan ABD karşıtlığının en fazla yaşandığı ülkelerden biri ve daha eşit bir ilişki sürdürüyor. Onlarda da bu durum tam olarak AB süreciyle gerçekleşti.

Fuller’in, Türkiye’nin Ortadoğu’daki prestijini hiç olmadığı kadar arttırdığı yönündeki tespitine katılıyor musunuz?
‘Arap çaresizliği’ diye bir durum var, Arap dünyası öyle bir durumdaki en temel sorunlarını bile çözemiyorlar. Şöyle bir algılama var, ‘biz 20 parçaya bölünmüş durumdayız bizim üzerimizde coğrafi ve siyasi mühendislik yapıldı, zayıf bırakıldık, biz hiçbir şey yapamayız. Bunun pratik yansıması da var, Araplar hiçbir uluslararası örgütte toplanamıyor mesela, bir araya gelip bir sorunu konuşamıyorlar. Sokaktaki insana kadar yansıyan iki tane çok ciddi sorunları var; Filistin ve Irak. Biz Türkiye’den pek göremiyoruz ama bu sorun bütün Arap ülkelerinde devletle toplum arasında bir gerilim oluşturuyor. Bu iki sorunda da Türkiye daha önce zannedildiğinin aksine bağımsız davranıyor ve hiçbir Arap ülkesinin gösteremeyeceği tepkiler verebiliyor. Bülent Ecevit’in ve Tayip Erdoğan’ın İsrail’i eleştiren çıkışlarını ve en önemlisi 2003’teki tezkere oylamasını örnek gösterebiliriz. Türkiye’nin bu yeni bağımsız tutum üzerinde yükselen imajı ciddi ölçüde bir prestije sahip.

DÜNYA ‘YENİ TÜRKİYE’Yİ KABULLENMİŞ GÖRÜNÜYOR

Türkiye’nin yeni dış politikası uluslararası alanda destek buluyor mu? Örneğin ABD ‘yeni Türkiye’yi kabullenebilecek mi?
2003’ten beri üç aşama yaşandı. İlk önce bir şok yaşandı, tezkerenin kabul edilmemesi Amerika için akla gelmeyecek bir seçenekti çünkü. Türkiye’nin ciddi biçimde eleştirildiği ikinci aşama belirsizlik ve güvensizlik aşamasıydı, Türkiye’nin ne başbakanı ne cumhurbaşkanı ABD’ye gidebilir durumdaydı, ‘ilişkiler bitti’ şeklinde bakanlar oldu hatta ABD’de. Fakat üçüncü aşamada Türkiye’nin bölgedeki bağımsız tavrının uluslararası toplumun işine gelebileceği anlayışı ortaya çıktı. Belirsizlik de yerini ‘temkinli güven’ aşamasına bıraktı, Şu anda bunu yaşıyoruz. Türkiye’nin İran’la nükleer program konusunda yapacağı görüşmelere, İsrail ve Suriye arasında yürüttüğü arabuluculuğa, bizzat topraklarına operasyon yapılan Irak’la ilişkilerin en üst seviyeye çıkmasına, Türkiye’nin yeni politikasının uluslararası alanda kabul gördüğünün işaretleri olarak bakılabilir.

Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki rolünden bahsedilebilir mi artık?
Bence BOP modeli şuydu, ilişkilerin soğuk savaş şartları altında devam ettirilmesi çabası. Türkiye’ye BOP’ta biçilen rol, soğuk savaşta olduğu gibi, çıkarlarına aykırı durumlar da olsa Ortadoğu’da ABD politikalarını desteklemek. Türkiye bu şartlar altında işbirliğine razı olsaydı BOP’ta önemli rol alabilirdi ve projenin hayata geçmesinde önemli katkı sağlayabilirdi. Ama bunu istemediğini net biçimde gösterdi 2003’te. BOP’u anlamsızlaştıran bir tepkiydi bu.

Fuller, ‘yeni’ dış politikanın geliştirilmesiyle Türkiye’nin ‘ılımlı İslam’ı keşfetmesi ve ülkenin ‘katı Kemalist elit’in fikirlerinden sıyrılması arasında bir paralellik kuruyor. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?
Pek katılmıyorum bu görüşe. Türkiye cumhuriyet modernleşmesinden uzaklaştığı için bu ülkelerle yakınlaşmıyor. Aslında cumhuriyet modernleşmesini arkasına alarak bu ülkelerle yakınlaşıyor. Bu siyasal olgunluk söz konusu modernleşmenin yarattığı ortamın bir sonucu. Dediğim gibi, Türkiye’nin ‘soft power’ olarak ortaya çıkmasının en önemli kaynağı da, bütün bu politikanın en büyük itici gücü de bizzat ‘modernleşme projesi’ ve AB süreci.

Bir makalenizde dış politikamızın en önemli sorunlarından biri olarak kadro altyapısının yetersizliğinden bahsetmiştiniz…
Türkiye’nin yeni dış politikasını yürütmesi için yeni yeni kadrolara ve bilgi alt yapısına ihtiyacı var. Örneğin Irak’la ilgili Türkmen politikası geliştiriyorsunuz ama bir süre sonra fark ediyorsunuz ki, Türkmenlerin hepsi Sunni değil, bir kısmı da Şii’ymiş. Bunlar sadece belli bir bölgede değil de Irak’ın her tarafında yaşıyorlarmış. Türkiye’nin destek olduğu Türkmen grubu aslında oradaki Türkmenlerin sadece bir kısmıymış. Zamanla elde edilen bu bilgilere başlangıçta sahip olunsaydı belki Türkmen politikası daha farklı olurdu. Bu büyük bir sorun yani.


CİA TÜRKİYE MASASI ESKİ ŞEFİ GRAHAM FULLER:
“TÜRKİYE MÜSLÜMAN DÜNYAYA DEMOKRASİYİ ÖĞRETECEK”

Uzun yıllar CIA Ortadoğu ve Türkiye masası şefi olarak görev yaptınız. Bölgede ilginizi çeken neydi?
Gençliğimden beri Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya karşı büyük bir ilgi duyuyorum. Bu bölge beni kelimenin tam manasıyla büyülüyordu ve sürekli bu bölgedeki diller ve kültürler üzerine çalışmak istiyordum. Bu sırada askere alındım ve istihbarat bölümüne yerleştirildim. Sonuç olarak CIA’de göreve başladım ve Orta Doğu’ya gönderildim. CIA’in adını duymadan çok daha önceleri, Türkiye ve Orta Doğu zaten benim ilgilendiğim bir konuydu. Üstelik bugün, CIA’den ayrıldıktan 21 yıl sonra bile, bu konu hâlâ dikkatimi çekmekte.

AKP’nin Türkiye’nin geleneksel Batı odaklı dış politikasından ayrıldığını iddia ediyorsunuz. “Yeni Türkiye” Ortadoğu’da ne gibi roller üstlenebilir?
Türkiye’nin Müslüman dünyanın geri kalanına demokrasinin nasıl işletileceğini göstereceğini düşünüyorum; Batı ile işbirliği geliştirmenin ya da Batı’dan gelebilecek aksi politik gelişmelere -örneğin Irak’ın işgaline- ‘hayır’ diyebilmenin nasıl mümkün olabileceğini göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’nin başarısı, Türk modelinin bölgedeki diğer ülkelere nasıl yardımcı olabileceğini gösterebilir. Türkiye İslamcı partileri siyasal düzene başarıyla sokabilmeyi başardı ve bu partiler siyasal sahnenin normal birer parçası oldular, giderek ılımlılaştılar. Başka hiçbir Müslüman ülke bu geçişi sağlayamadı. Ne zaman ki AKP’nin politik fikirleri başarısız sayılacak, o zaman bu parti seçimler yoluyla iktidardan ayrılacak, tüm demokrasilerde olduğu gibi. Ayrıca Türkiye, bölge gerçekleriyle; yani İran, Suriye, Hamas, Hizbullah ve diğerleriyle ilişkileri konusunda da Washington’a yardımcı olabilir.

Amerika başkanlık seçimlerini Demokratların ya da Cumhuriyetçilerin kazanması, ‘Yeni Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü ne yönde etkiler?
2008 seçimlerinin Amerika-Türkiye ilişkilerinin yapısını belirgin biçimde değiştireceğine inanmıyorum. İki ülke arasında yapısal çatışmalar —çatışan çıkarlar— var. Kitabımın da işaret ettiği gibi, ABD ve Türkiye, dünyanın birçok bölgesi için ortak amaçlar taşımıyor.

Birkaç yıl önce, birçok ülkenin siyasal İslam macerasını içeren bir kitap yazmıştınız: Siyasal İslam’ın Geleceği. Türkiye ve AKP’yi bu skalada nereye koyuyorsunuz?
AKP’yi İslamcı hareketlerin en ılımlıları arasında görüyorum. Bir parti ki siyasal realiteleri anladı, öğrendi, demokratik sistem içinde çalışmaya istek duyuyor ve halkın isteklerine saygı göstermek zorunda. Türk halkının çok büyük bir kesimi şeriat rejimi altında yaşamak istemiyor ama İslami değerlere, geleneklere ve Osmanlı geçmişine saygı gösterilmesini istiyor. Müslüman dünyadaki diğer İslami partiler de bu yönde ilerlemek zorunda kalacak. Görüyorsunuz ya, Türkiye bu alanda da lider.

03.08.2008/ Akşam

26 Kasım 2008 Çarşamba

Gündüz Vassaf; Türkiye, tarihini keşfeden bir ergen




‘Cehenneme Övgü’ adlı kitabıyla yankı uyandırmış Gündüz Vassaf, aynı tadı yakaladığı yeni kitabı ‘Tarihi Yargılıyorum’da bizleri dünya ve Türkiye tarihine yön veren pek çok olaya bir kez daha, bu sefer farklı bir gözle bakmaya davet ediyor; aykırı bakış açısı ve eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekleriyle…






Gündüz Vassaf
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


DÜNYANIN VE TÜRKİYE'NİN GEÇMİŞİNE İNEN PSİKOLOG

Ankara Üniversitesi’nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptığı zamanlardan birinde yolu İstanbul’a düşer Gündüz Vassaf’ın. Buralara kadar gelmişken arkadaşının Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği bir seminere de uğrar. Seminerin konusu “Türkiye’de Alkolizm, İntihar ve Boşanma”dır. Konuşmanın ardından Vassaf elini kaldırıp söz alır; “güzel bir sunumdu ama anlamadığım bir şey var, alkolizm bir hastalık ve kötü bir şey, intihar zaten en kötüsü ama boşanma sağlıklı bir şey de olabilir…” Kimilerinin gülüşerek, kimilerinin şaşırarak, kimilerininse kaşlarını çatarak tepki gösterdiği bu sözlere Boğaziçi Üniversitesi’nin o zamanki dekanı, “bizim üniversitede ders vermek ister misin?” sorusuyla karşılık verince Vassaf’ın Boğaziçi yılları başlar.

Şimdi hemen herkesin doğal bulduğu bu duruma işaret etmek demek ki 70’li yılların Türkiye’sinde tüm dikkatleri üzerine çeken aykırı bir bakış açısı, bağımsız düşünme becerisi ve hatta biraz cesaret gerektiriyormuş.

30 yıl, 20 yıl, hatta 10 yıl öncesinin pek çok hazmı zor fikri bugün tartışılması bile gereksiz bir olağanlıkla karşılanıyor. Aradan çok sular aktı, çok şey değişti. Fakat Vassaf’ta değişen pek bir şey yok. Orhan Pamuk’un “düz yazımızın en özgür ruhlu kalemi” yakıştırmasını uygun gördüğü Vassaf aykırı bakış açısını da, bağımsız düşünme faaliyetini de sürdürüyor. Demokrasilerin olmazsa olmazı oy vermenin demokrasinin özü olmaktan çıkıp afyonuna dönüştüğünü… Türkiye’nin ergenliğini yaşadığı günümüzde kendi tarihini keşfetmeye başladığını… Toplumun savaşla koşullandırıldığını… Dünya -ve tabii ki Türkiye- tarihinden eğlenceli, şaşırtıcı, çarpıcı örnekler eşliğinde söylüyor, yazıyor.

Evet, Vassaf yeni kitabıyla karşımızda. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Tarihi Yargılıyorum”da bizi asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulmaya, tarihten özgürleşip kendimize farklı bakmaya, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirmeye davet ediyor.

Tarih neyin, kimin tarihi?
Vassaf, Tarihi Yargılıyorum'da tarihin hep kazananların tarihi olarak kayda geçtiğini belirtirken, kazanan olmak için de her türlü çarpıtmaya, dezenformasyona gidildiğini ve dahası teknolojinin gelişmesiyle yakın gelecekteki tarih yazımının bu manipülasyonlara daha fazla maruz kalacağını söylüyor. Burada kitaptan söz konusu duruma gönderme yapan iki ilginç alıntı aktarayım:

“Roma İmparatorluğu’ndan kalan dokümanların yüzde 90’ı imparatorluğun Hıristiyanlığı benimsediği döneme ait. O yüzyıllardan nelerin günümüze kalacağını paganlar kararlaştırmış olsaydı, Roma tarihi diye bugün bildiklerimizin kaynağı bambaşka kayıtlardan oluşacaktı.”

“Stalin döneminde ABD, Sovyetler Birliği’nin peşpeşe imal ettiği çok sayıda zeplinden ürker olmuştu. (…) Göklere hakimiyetin ölçüsü, en ağır yük taşıyabilen, en uzun mesafeyi katedebilen, en hızlı giden zeplinlere kimin sahip olduğuydu. (…) Asya’yı boydan boya, St. Petersburg’dan Vladivostok’a, her yenisi mesafeleri bir öncekinden daha hızlı kateden zeplinlerin haberleri, sosyalizmin göklerdeki başarısı, zeplinleri teker teker tanıtan posta pullarında bile dile getirilerek dünyaya duyuruluyordu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra, arşivler yağmalanıp açık pazarda satılmasa, ileride tarihçiler 20. yüzyılın amansız zeplin yarışında Sovyetlerin üstün çıktığını, üstelik bunu CIA kaynaklarının da doğruladığını yazacaktı. Yalanlara ABD de kanmış. Sovyetler üç beş zeplin yapmış, o kadar!”

Asıl meselesi totalitarizm
Totalitarizmin aslında Vassaf’ın asıl meselesi olduğunu söylersek yanılmış olmayız. 80’lerin sonunda okuyucularla buluşan harika kitabı “Cehenneme Övgü”de de, 2000’lerin başında gelen devamı “Cennetin Dibi”nde de bu konunun günlük hayatımızdaki yansımalarına göz gezdirmişti. “O zamana kadarki birikimimin bir isyanla, protestoyla dışavurumu sonucu ortaya çıktı Cehenneme Övgü, sonra konunun devamı da geldi” diyor Vassaf. Neye tepki? Totalitarizme ve 12 Eylül’e.

“Boğaziçi’nde hocalık yaptığım günlerdi, bir gün ODTÜ’ye konferansa gittim, kapıda jandarma, ‘burada ne işin var’ diye sordu, asker üniversitenin işlerine karışmaya başlamıştı, sonrasında 12 Eylül darbesi gelince istifa ettim ben de, o koşullarda ders vermek imkansızdı, bir sürü hoca üniversiteden atıldı zaten.”

O döneme ait, aklına geldiğinde tebessüm ettiği bir anısını şöyle anlatıyor Vassaf: “12 Eylül yeni olmuştu, asker evlere baskın yapıp ‘zararlı’ kitapları alırdı, insanlar korkuyla kitaplarını ya kendileri yakar, ya da bahçeye falan gömerlerdi. Bizim Boğaziçi’nin kütüphanecisi de korkmuş, asker daha okula gelmeden ‘eyvah bizim kitaplar da zararlı olabilir’ diye bir sürü kitabı gizli yerlere saklamıştı. Aradığın kitabı bulamıyordun, mesela Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeolji’si vardı, kütüphaneci ‘ideoloji’ lafını tehlikeli bir kelime olarak görüp kitabı bodruma indirmişti.”

“İdeoloji” insanları germiyor artık, fakat kimilerine kaşlarını çattıracak başka şeyler var ve yukarıda bahsettiğim gibi, Vassaf “Tarihi Yargılıyorum”da onlar üstüne de konuşuyor.


"TÜRKİYE, TARİHİNİ KEŞFEDEN BİR ERGEN"

Türkiye’nin kendi tarihini ele alışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde okutulan ulusal tarihin o ülkede doğup büyüyenlerle ilgisi sınırlı. Artık tarih kitaplarında birbirinden çok farklı insanların yaşadığı bir Avrupa vurgulanıyor. Kendi ulusal tarihlerinde, okul kitaplarında birbirlerini aşağılayan sözleri çıkardılar.

Türkiye’de ise bugüne kadar bambaşka durum vardı, burada yalnızca Türklerin yaşadığını, bütün dünyanın da Türkiye’ye düşman olduğunu zannederdik.

Ben gençtim, anne babamın Balkanlardaki Türk-Müslümanlara yönelik şiddetten kaçıp buraya geldiklerini bilmezdim, konuşulmazdı, ama aynı zamanda mesela Ermenilerin durumu da konuşulmazdı. Cumhuriyet çok gençti, her şeye sıfırdan başlamıştı. Geçmiş sorulmaz, geleceğe bakılırdı.

Ama artık Cumhuriyet çocuk değil, ergenlik çağına geldi. 5-6 yaşındaki çocuk yalnızca anne babasını bilir, ‘dedem kimdi’, ‘şu nerede doğdu’, ‘bu nerede büyüdü’ diye sormaz. Ancak ergenliğine geldiğinde keşfetmeye başlar geçmişini; ‘sen nerede doğdun’, ‘çocukluk fotoğrafın var mı’, ‘baban ne iş yapardı’ gibi sorularla.

Biz de artık sormaya başlıyoruz geçmişimizi, ‘biz nereden geldik’, ‘bizden önce burada kimler vardı’, ‘kimler kimlerle evlendi’ diye ve şaşılacak derecede çok kişi ‘aaa’ diyor, ‘dedem Ermeni’ymiş’, ‘akrabalarımız Kürt’müş.’ Ermeni Türklüğünü, Türk Kürtlüğünü keşfediyor ve birlikte olgunlaşıyoruz aslında.

Bu kaçınılmaz bir süreç mi? Önünde engeller yok mu?
Avrupa’nın geçmişinde yaşadığı savaşlara, çatışmalara bakarsak her şeye rağmen bizim olgunlaşmamız onlarınkinden daha zahmetsiz olacak gibi görünüyor. Her ülkenin kendine özgü engelleri vardır, coğrafi özellikler, demografik durum, kültürel özellikler, genç olması gibi… Ama aşılamayacak engeller değil bunlar.

Mesela Shakespeare döneminde İngiltere’de bir Katolikler gelip yağmalıyorlar, yıkıp geçiyorlar kasabayı, bir Protestanlar… Shakespeare dahil herkesin evinde bir çarmıha gerilmiş İsa portresi, bir de İncil var. Katolikler gelince İsa’yı, Protestanlar gelince onu indirip İncil’i koyuyorlar. Avrupalılar şimdi dönüp tarihlerine baktıklarında böyle savaşlara giriştiklerine inanamıyorlar.

Kitabınızda seçimlerin demokrasinin afyonu haline geldiğini yazıyorsunuz…
ABD’de seçimler basketbol, beyzbol, hokey ve futbol liglerindeki şampiyonluk maçları sıklığında. Maçlarda olduğu gibi, bir seçimin ardından yeni oyuncularla başka bir seçim beklentisi canlı tutuluyor. Senato ve kongre seçimleri iki yılda bir, başkan dört yılda bir seçiliyor. Vali, eyalet parlamentosu, polis şefi, başsavcı gibilerini de katarsanız ABD’liler sürekli seçim halinde. Her seçimde halk bir şeylerin değişeceğine inanıyor, değişen bir şey görmediğindeyse bir sonrakinde değişeceğine… Oysa yüz yıllardır ABD’nin ne dış ne de iç politikasında değişen bir şey yok.

Ya da İngiltere’ye bakarsanız, halkın yüzde 70’i Irak’taki savaşa karşı. Fakat meclisteki hem iktidar, hem de muhalefet partisi savaşı desteliyor. Bu bir çelişki. Seçimler ve savaşlar demokrasinin en zayıf olduğu yerdir.

Bu bir oyun aslında, milyon dolarlar yatırıp oyunu oynamamızı istiyorlar. İstediğini seçemiyorsun zaten, örneğin önümüzdeki ABD başkanlık seçimlerinde anketlerden çok kimin daha faza parası olduğu konuşuluyor, çünkü sonuç belli; kimin daha fazla parası varsa seçimi o kazanacak. Şimdilerde Demokrat Parti’den aday adayı var mesela, Obama diye, ‘parası Hillary Clinton’dan daha çokmuş ve seçimleri o kazanacakmış’ diye konuşuyor herkes.

Bizdeki demokrasinin yüz karası zaten, yüzde 10 barajı nedeniyle oyların önemli bir kısmı çöpe gidiyor. Meclisteki partiler 5 yıl oyunca imkan varken değiştirmiyorlar, çünkü gerçekte demokrasi değil koltuk istiyorlar. Çözüm, oynanan oyunun farkında olmak, istendiği gibi oynamamak ve kurallarını değiştirmek.

Demokrasinin bir zayıf karnının da savaşlar olduğunu söylediniz…
Söylediğim gibi, örneğin İngiltere halkının yüzde 70-80’i Irak savaşına karşı ama parlamentonun yüzde 80-90’ı savaştan yana, halkın temsilcisi olmak dışında başka çıkarları var çünkü. Demokrasilerde devletlerin en çok korktuğu vatandaşlarının savaşa karşı olmasıdır. Bu yüzden sürekli savaşa koşullanır insanlar, savaşların kaçınılmaz olduğuna ve dahası gerekli olduğuna, savaşa karşı olmak vatan hainliği olarak görülebiliyor.

Fakat son yüzyılda büyük gelişmeler oldu. Batı’da 1. Dünya Savaşı’na kadar askerler cepheye kahraman olarak gönderilir, savaşmak istemeyen kurşuna dizilirdi. Fakat o savaştan itibaren barışın belirtileri ortaya çıktı. Askerler Noel’de kendiliğinden ateşkes ilan ederken komutanları onları güçlükle zaptedebiliyorlardı. Bugün askerliği kabul etmesine rağmen, Filistinlilere kurşun sıkmayı reddeden bir İsrail askeri yalnızca ordudan ihraç ediliyor, kimse vatan haini gözüyle bakmıyor. ABD’de, Vietnam savaşı sonrasında profesyonel askerlik başladı, çünkü askerleri cephede savaşmak istemiyordu, savaşmak istemeyen de iyi öldüremez tabii. Türkiye’de de bu durum yaşanacaktır mutlaka.

Akşam - Brunch

Faik Bulut: Türkiye’nin genleriyle oynanıyor




Faik Bulut bugünlerde tamamlanan üç kitaplık dizisi ‘Küresel Çağda İslam’da, Türkiye’de yaşanan pek çok tartışmanın dünyanın başka köşelerinde de sürdüğünü anlatıyor. Bulut’a göre laiklikten geri adımların atıldığı Türkiye’de toplumun genleriyle oynanıyor.




Faik Bulut
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


“Belki de ‘İslam’ın küresel çağı’ demek daha doğru olurdu” diyor Faik Bulut, bahsettiği kavramın bugünlerde çıkan kitap dizisinin üst başlığı ‘Küresel Çağda İslam’la arasındaki ince farka işaret ederek. Zira ona göre İslam çıkışından bu yana, her biri diğerlerinden ayrı özelliklere sahip farklı çağlar yaşadı; Hz. Muhammed ve ardından gelen Emevi-Abbasi devirlerinde, Osmanlı imparatorluğu döneminde ve modern zamanlarda. Bugün ise daha önceki hiçbir döneme benzemeyen, bir merkezin olmadığı, çalkantılı, kendi içinde dinamik, çok çeşitli ‘İslamlara’ ev sahipliği yapan, ucunda neyle karşılaşılacağı kestirilemeyen sisli bir küreselleşme çağı yaşıyor.

‘Küresel Çağda İslam’ dizisinin ‘Batı ve Laiklik’ ile ‘Kadın ve Tesettür’ adındaki ilk iki kitabı önceki günlerde çıktı, üçüncü ve son kitabıysa şu sıralarda ‘Şeriat ve Siyaset’ adıyla çıkacak. Bulut, kendi görüşlerinden çok Doğu ile Batı medyalarından ve akademik dünyasından öne çıkan isimlerin İslam ve Batı hakkındaki fikirlerini aktardığı kitap dizisini, bizim için çoğu kere içinden çıkılmaz bir hal alan din-devlet-laiklik tartışmalarının dünyada nasıl cereyan ettiğini göstermek için yazdığını söylüyor.

“Bizde yanlış bir izlenim var” Bulut’a göre; “bütün İslam’ı tek bir sepetteymiş gibi görüyoruz genellikle, oysa İslam dünyası da kendi içinde tartışıyor, farklılaşıyor, mesela İslami projelerin çürük olduğunu anlatan görüşlerin Mısır’da, Cezayir’de, Ürdün’de tartışılıyor olması çok önemli, o tartışmalarla bir bağ kurmak, takip etmek gerekir.”

‘Küresel Çağda İslam’ dizisi biraz da bu eksiklikten yola çıkarak; devlet ve din (özel olarak da İslam) ilişkilerinden kaynaklanan sorunlardan ve hararetli tartışmalardan bir çıkış yolu ararken pek de yalnızlık çekmeyeceğimizi, dünyanın her köşesinde Türkiye’dekine benzer süreçlerin yaşandığını alıntılarla aktarıyor.

Laikliğin Türkiye’de Batı’daki örnekleri gibi gelişmemiş olmasına rağmen doğumuzdaki gibi ‘yabancı’ bir kavram olarak algılanmadığını, hatta ‘ev sahibi’ olduğunu söylüyorsunuz. Nedir Türkiye’deki laikliğin karakterini belirleyen şey?
Türkiye’deki laiklik anlayışı aslında Osmanlı’dan miras kalmıştır. Osmanlı da din ve devlet işlerini ayrı tutardı bir yerde, İslam toplumunun bazı özelliklerini bünyesine kattı ama esas olarak dini devletin güdümüne aldı. Bir yandan dini kontrol ediyordu, diğer yandan ise dini kıllanarak iktidarını meşrulaştırıyordu. Bu anlayış Bizans, Osmanlı, Jöntürk geleneğinden bize kaldı. Namık Kemal diyor vaktiyle, “biz Fransızlar gibi kopuş gösteremeyiz, bu laikliği devrimle değil İslami terimlerle yorumlayarak getireceğiz ama o dinin iktidara gelmesine müsaade etmeyeceğiz” diye. Dolayısıyla laiklik denen şey bir günde gelmemiştir bu ülkeye, kökleri, birikimi vardır, bu durumu Anglo-Sakson literatüründeki sekülerizme benzetebiliriz biraz, Mustafa Kemal de devrimini bu birikim üzerine yapmıştır zaten. Çoğu Müslüman ülkede laikliği savunanlara batının ajanı olarak bakılır, laiklik ithal bir şeydir onlar için çünkü, Türkiye’deyse ev sahibidir, dolayısıyla bazı direnç noktaları vardır. Ama bu ondan geri adım atılamayacağı anlamına gelmez, atılmıştır da zaten…

Türban tartışmalarında gelinen noktaya da bu açıdan bakıyorsunuz galiba.
Şu anda Türkiye toplumunun genleri bozulmuş durumda. Dini değerler hayatın her alanına hakim, fetvalarla hareket eden bir toplum haline geldik. Dini bireyin özel hayatının bir parçası değil de toplumun temel direği haline getiren bir süreçten geçiyoruz. Liberallerin yanıldığı nokta burası, türban olayını sıradan bireysel bir hakmış gibi gösteriyorlar, bir sürecin parçası olarak bakmak lazım. Dini emirler gereği okullarda bir kez türban takılmasına izin verdiğiniz zaman yarın o türbanlılar dini emirler gereği örtünmeyenleri de örtünmeye zorlarlar. Bu iş her zaman böyle olur, yarın öbür gün başka dini emirler çıkar karşınıza.

Şimdi atılmasına izin verdiğiniz adımların karşısında duramazsınız…
Bu bir süreç sorunu, genetik yapısına müdahale edilen toplum ya kanser olacak ya da ciddi mücadele verilecek buna karşı.

Bu mücadele nasıl verilecek? Bugüne kadar en dikkat çekici tepkiyi ordu gösterdi. Bugünlerde de bir tepki bekleyenler var ordudan.
Bunu ancak toplumun kendisi yapabilir, yeniden bir aydınlanma, topluma açılan tartışmalarla. Yoksa bu iş 28 Şubatların, muhtıralarla, parlamento içinde aritmetik hesaplarla halletmeye çalıştığı gibi yapılmaz. Türkiye’de aydınlanma bir iktidar sorunudur, rejimi her yönüyle yeniden sorgulamadan da bu iş olmaz. Toplumun yeniden kendine güven kazanması lazım çünkü. Türkiye’de laikliğin de savunucusu olan önemli kesimler iktidar perspektifini kaybetti, bir projeleri yok. Kültürel, ekonomik, sosyal bir proje sunamıyorlar topluma.

AKP projesi sayesinde mi güçlü?
AKP’nin projesi post modern toplumlar yaratmaya çalışan küreselleşmenin bir projesi aslında; cemaatler bir arada yaşayacak, herkes kendi hukukunu kullanacak, kendi kuralını koyacak ve demokrasi sayesinde bir arada yaşayacaklar. Bu durum, Amerikan hegemonyası anlamına gelen küreselleşmenin yayılmasına, Arap-İslam ülkelerinde taban bulmasına hizmet ediyor. Amerika da bu projeyi benimseyen ülkelere desteğini sunuyor.

AKP de bu projenin bir uzantısı yani…
Küreselleşmenin yayılması için 1990’larda ılımlı İslam diye bir kavram çıktı. Cezayir’de İslamcı parti yerel seçimleri kazandı, genel seçimlerle iktidarı da kazanmak üzereyken seçimler iptal edildi ve onlar da silaha sarıldı. Bu zamana rastlar ılımlı İslam projesi. Buna göre birincisi, silaha, zora, şiddete başvurmayan ama politik olan, seçimlerle toplumu değiştirmeye çalışan; ikincisiyse, ABD’nin çıkarlarıyla ters düşmeyen, demokrasiyi benimseyen grupları destekleyecekti ABD. Türkiye’de de ulusalcılar, ordu gibi kuvvetler varken AKP’yi destekledi kendi çıkarlarını uygulayacak grup olarak.

Biz orduyu da ABD’nin müttefiki bilirdik.
Buna bölgesel olarak bakmak lazım, Türkiye’yle olan işbirliği İslam dünyasındaki etkinliğini arttırmak için çok işine yarıyor ABD’nin. Ordu ya da Ecevit mesela, ABD çıkarlarını bugün destekler ama yarın ne yapacağı belli olmaz, zaten din düşmanı olarak görülüyor İslam dünyasında, AKP gibi ‘Müslüman’ bir grubu desteklemek çok daha işlevli dolayısıyla.

AKP bugün gücünün en büyük kısmını batının bu desteğinden alıyor. Bush her resmi temasında Türkiye’nin laikliğine vurgu yapardı, oysa Abdullah Gül’ün son ziyaretinde laikliği ağzına almadı, bu AKP’ye verdiği güçlü desteğin bir göstergesidir aynı zamanda.

Laiklik önemli bir kriter değil midir?
Şu devlet laikmiş şu İslamcıymış diye bakmaz, kendi çıkarlarını destekliyor mu desteklemiyor mu önemli olan o. Örneğin ABD’yle İngilizlerin Afganistan’da Taliban’la gizli gizli görüşmeye başladıkları konuşuluyor. Yarın öbür gün Pakistan çıkmazından, El Kaide’den kurulmak için Taliban’a destek verebilirler.

Batı derken Avrupa’nın da mı desteğini aldığını söylüyorsunuz?
11 Eylül, Londra ve Madrid saldırılarından sonra Avrupa da ABD’nin güvenlik eksenli politikalarının etkisine girdi ve ılımlı İslam projesini destekledi. Bu proje zaten büyük ölçüde kabul ettirdi kendisini, İslam dünyasında bile ‘radikal İslamcılar kötü ılımlı İslamcılar iyidir’ anlayışı hakim. Hatta mesela Türkiye’de CHP bu projeye karşı politika üretmez, onu ilgilendiren bu proje değil de AKP’nin takkiye yapıp yapmadığıdır.

Peki laiklerin bulacağı uluslararası bir destek, arkasına alacağı bir rüzgar yok mudur?
Yok, kendi çıkış yollarını kendilerinin bulması lazım. Bu sadece Türkiye’de böyle değil ayrıca. Tüm dünyada laikler parçalanmış durumda, kafaları karışık… Organize olup, kafalarını netleştirip topluma yeni projeler sunmaları lazım. Yoksa laikler-İslamcılar kutuplaşması yaratılarak çözülmez bu iş. Bugün muhafazakarlık da, ılımlı İslam da, dinlerarası diyalog toplantıları da, Kyoto çevre protokolü de aynı küreselleşme paketi içindedir. Bu pakete karşı içinde özgürlüklerin, sosyal politikaların, dünyanın geleceğinin olduğu yeni bir paketle ortaya çıkmak lazım, laiklik de böyle bir paketin parçası olarak sunulabilir ancak.

11.03.2008/ Radikal

İkinci Meşrutiyet; yüz yıl öncesinin unutulan miladı/ Ahmet Kuyaş




Bu topraklar bundan tam yüz yıl önce büyük milatlarından birini yaşadı; İkinci Meşrutiyet’i. İkinci Meşrutiyet’in önemi neydi? Neden unuttuk? Atatürk devrimleriyle, laiklikle, ulusal egemenlikle nasıl bir ilişkisi vardı? Devrimler bir travmaya neden olmuş muydu?






Ahmet Kuyaş
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Osmanlı modernleşmesinin gelip dayandığı uç noktalardan biriydi İkinci Meşrutiyet. Her yerden yükselen muhalefetin ve reform taleplerinin baskısına dayanamayan İkinci Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’e dönüldüğünü ve seçimlerin gerçekleştirileceğini ilan etti. Kısa süre içinde anayasada değişiklik yapılarak padişahın yetkileri kısıtlandı, tek hukuklu parlamentarist sisteme göz kırpıldı, laiklik ve ulusal egemenlik kavramları gündeme geldi… 23 Temmuz gününü Türkiye’de 1935 yılına kadar Hürriyet Bayramı olarak kutladık… Peki sonra ne oldu? Neden şimdi tam yüz yıl önce gerçekleşen bu büyük miladı unuttuk?

Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş yıllarca İkinci Meşrutiyet’le Cumhuriyet döneminin birlikte ele alınması gerektiğini anlatan bir akademisyen. Kendisi İkinci Meşrutiyet’in öneminden bahsederken, bu dönemi bilmenin aynı zamanda günümüzün hararetli tartışmalarda ne kadar önemli bir değeri olduğunu gördük…

İkinci Meşrutiyet’le ilgili sıkça sorulan sorulardan biri; devrim miydi, yoksa askeri bir darbe mi?
Olayı bu ikilemle ele almamak lazım. Belki ayrı ayrı bakıldıklarında bu ikisi farklı şeyler ama tarihte devrim adıyla andığımız olayları gözden geçirin; darbesiz başlamayan ya da başladıktan bir süre sonra darbesi olmayan bir devrim ben bilmiyorum. Bu bir süreç meselesi, toplumda kabul görmüş talepler ve reform istekleri, büyük kriz dönemlerinde gittikçe radikalleşen bir sürece dönüşür.

Meşrutiyet’in ikinci kez ilanına da böyle mi bakmak lazım.
Meclis, açıldıktan hemen sonra, “yeniden yürürlüğe kondu” denilen 1876 Anayasası’nı neredeyse tepeden tırnağa değiştiriyor. Meşrutiyet’i derinleştirme, temsili rejimi yerleştirme açısından radikalleşmeden söz edebiliriz. Bunlar, 1876’da Meşrutiyet’in ilk ilanından sonra yalnızca iki kez toplanabilen Meclis’in başına gelenlerin yeni nesile verdiği dersten yola çıkılarak yapılmış değişikliklerdi. Mesela 1909’da Anayasa değiştirildiğinde artık padişahın Meclis’i dağıtabilme imkânı yok denilebilecek kadar zorlaştırılmıştı. Parlamenter sisteme geçişi ifade eden, başlı başına önemli değişikliklerdi bunlar.

Biz tarih derslerinde, “askerler İstanbul’a yürüyecekti, meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı, 2. Abdülhamit de mecbur kaldı Meşrutiyet’i ilan etmeye” diye öğrendik…
Bu yanlış değil, durumu açıklıyor, ancak buradaki askerler sözcüğünün açılması gerekir. İstanbul’a yürüme hakkını kendisinde görenlerin büyük çoğunluğu sivil; İttihat ve Terakki, çoğunluğu sivillerden oluşan bir örgüt ama sivillerin darbe yapma imkanları yoktur. Abdülhamit de zaten bunun üç beş tane subayın işi olmadığını anlayacak kadar zeki olduğu için yelkenleri suya indiriyor. Yoksa İstanbul’da koskoca Birinci Ordu var emrinde. “Yok canım bu bir blöftür, bir avuç adam yapıyor bunu” diyen bakanlar var ama onları dinlemiyor ve Meşrutiyet’e dönüyor, seçimlerin yapılacağına dair padişah emri çıkıyor.

Meşrutiyet’in hedefi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını önlemek, güçlü bir devlete dönüşmekti, Cumhuriyet’i kurma fikri ne zaman gelişti?
Evet, güçlü bir devlet olmak için bazı reformları gerçekleştirme, modernleşme talebi vardı Meşrutiyet’in. 1919’da da durum buydu, Cumhuriyet falan kurulmak istenmiyordu tam olarak. Örneğin 1921 yılındaki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’yla Cumhuriyet kurulacağı telaşına kapılanlar, saltanatın kaldırılmasına açıkça karşı olduklarını söyleyenler, 1919 Erzurum Kongresi’nde böyle bir tedirginlik duymuyorlar.

Erzurum Kongresi’nin tarihinin de 23 Temmuz olmasının bir anlamı var mıdır?
Evet, Kongre 1918 sonunda Vahdettin’in kaldırdığı Meşrutiyet’i sahiplendiği, tekrar Meşrutiyet’e dönülmesini istediği için o tarihte toplanıyor.

Atatürk’ün ilan ettiği Cumhuriyet fikri ne zaman ortaya çıkıyor peki?
O fikir daha öncesinde de vardı. Eşi, Talat Paşa’nın “ne zaman bu cumhuriyeti kuracağız” dediğini anlatır mesela. “Cumhuriyet olursa iyi olur” diyenler Erzurum Kongresi’nde de vardı. Bunda, o dönemde Vahdettin gibi daha fazla yetki isteyen, Anayasa’nın öngördüklerinden rahatsız olan bir padişahın varlığının rolü önemlidir. İngiliz kralı gibi değil de Alman imparatoru gibi daha fazla yetki istiyordu, dolayısıyla saltanatı kaldırma, Cumhuriyet kurma fikri çabuk yaygınlaşabildi.

Atatürk devrimlerine de Meşrutiyet’le birlikte yükselen dalganın devamı olarak bakmak mümkün mü?
Gittikçe radikalleşen bir devamı olduğunu söylemek gerek. Hatta belki işi İkinci Meşrutiyet’le de kısıtlamamak, Osmanlı modernleşmesinin başlangıcına götürmek gerek. Bu gittikçe radikalleşen bir süreç. Tek başına bir kısmını almamak lazım.

NEDEN UNUTTUK?

Neden yeterince bilinmiyor İkinci Meşrutiyet?
Yeterince okutulmadığı kanısındayım tarih kitaplarında. Yıllardan beri İkinci Meşrutiyet’le Cumhuriyet döneminin birlikte ele alınması gerektiğini anlatanlardan biriyim. Ama tarih kitaplarının nasıl, hangi içerikle yazılması gerektiğine karar veren merciler bu yaklaşımın çok uzağındalar. İkinci Meşrutiyet dönemi tarih kitaplarında iki, en fazla üç sayfa. Bir tek 31 Mart olayı, Balkan Savaşları var o kadarında da. Yani Türkiye’nin ciddi bir parlamenter rejime 1909’da kavuştuğu söylenmiyor. Çünkü temsili rejimin ya da demokrasinin cumhuriyetsiz de olabileceği fikrinin bir takım gerici ve muhafazakar çevrelerin ekmeğine yağ süreceği korkusu var. Ama aklı başında bir çok kişinin, AB’ye bağlı bir çok ülkenin cumhuriyet olmadığını görüp, “aa bunlar cumhuriyet değil, o zaman demokrasi de orada yok” dediğini sanmıyorum. Türkiye, Cumhuriyet olduğu için Danimarka’dan daha demokratik bir ülke değil mesela. Ayrıca unutmayın, hiç de demokratik olmayan komşumuzun adı İran İslam Cumhuriyeti.

Meşrutiyet dönemi Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün değerini düşüreceği gerekçesiyle mi dışarıda bırakıldı?
Bu aslında Atatürk’ün ya da Cumhuriyet’in işi değil, sonradan ortaya çıkan bir durum. Şu tür bir anlayışın ürünü olarak bakılabilir: “Ben çağdaşlıktan yanayım, modernim ya da öyle olmamız lazım” diyen insanlar o kadar cahiller ki, bağlı oldukları değerleri ve dünyayı Atatürk’e dayanmadan, ona gönderme yapmadan savunamıyorlar. Onlar Atatürk’ü öne sürdükçe diğerleri de “çağdaşlık dünyasından biz hoşlanmıyoruz, modernite denilen şeyi sevmiyoruz, kızlarımızı okutmak istemiyoruz” diye konuşacaklarına, bunların yerine “biz Atatürk’ü sevmiyoruz, Atatürk bu memlekete kötülükler etti” falan gibilerinden söyleniyorlar. Çağdaşlık tartışması, “biz Atatürk’ü seviyoruz, sevmiyoruz” seviyesine indirgenmiş durumda. İki taraflı bir cehalet var.

Cumhuriyet dönemi tarih anlayışı Meşrutiyet’i dışlamıyor mu yani?
Hayır hiç öyle değil. 1920’lerde ve 30’larda okutulan lise tarih kitaplarında Meşrutiyet’e 30 küsur sayfa ayrılıyor. Ayrıca içerik de gayet sağlam. 50’den sonraki tarih kitaplarında 2-3 sayfaya düşüyor. Yani bunu Cumhuriyet’in bir sonucu olarak görmemek lazım. Bu kimilerinin “demokrasiye geçiş” dediği zamanda ortaya çıkan bir şey.

Anlamı nedir bunun?
Çok partili hayata dönüş sürecinde çok daha muhafazakar bir tarih söyleminin oluşturulduğu anlamı çıkar bundan. 20’lerde ve 30’larda çok daha ‘gelişmiş’ bir tarih anlayışı vardı.

Neden 1950’lerden sonra durum değişti?
Neden değişti bilmiyorum. Bu benimki bir tespit, ilk kez yapılan bir tespit. Nedenini araştıracağız.

'TRAVMA' UYDURMA BİR TARİHİN ÜRÜNÜ

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın önceki hafta söylediği sözler çok tartışıldı, sizce Atatürk devrimleri bir travmaya neden oldu mu?
Ben Türk toplumunun travma geçirdiği kanısında değilim, bu belirli bir muhafazakar kesimin muhafazakarlığını sürdürmek için icat ettiği uydurma bir tarihtir. Çünkü Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan şeyler bir kere toplumun çok önemli bir kısmını yakından ilgilendiren şeyler değildi. Mesela bu insanlar derler ki, “bir gecede ya da üç ayda millet okur yazarlıktan düştü”, bu dünyada uydurulmuş en büyük hayali tarihlerden biridir. Alfabe değişikliği yapıldığı zaman bu memlekette zaten okuma yazma bilen yüzde 10 civarındadır. Yani zaten toplumun yüzde doksanını ilgilendirmedi bu iş, onlar Arap alfabesini de okumuyor, Latin alfabesini de okumuyor. Yüzde 10’unun ise çok büyük kısmını yine etkilemedi, çünkü bu adamlar zaten Türkiye’de o günlerde var olan ve uzun zamandan beri eğitim vermekte olan bir takım ciddi eğitim kurumlarının mezunları, bunların zaten hepsinde yabancı dil öğretiliyor, bugünkü pek çoğuna göre daha iyi yabancı dil öğretiliyor.

İslami yaşam tarzı konusunda?
Şapka konusunda belki bu söylenebilir. Mesela Şapka Giyilmesine Dair Kanun’a muhalefet edenlerin, din elden gidiyor diye sokağa çıkarttığı kişilerden 100’ün biraz üzerinde insana isyana teşebbüsten ölüm cezaları verilmiş İstiklal Mahkemeleri’nde. Ama öte yandan vicdansız bir muhalefet vardı; bu zavallılara İslam adına vazgeçmek istemedikleri fesin bizim ülkemizde sadece yüz yıllık bir tarihi olduğu birileri tarafından söylenmiş olsaydı ve yüz yıl önce de o fes gelirken yine bir takım adamların “bu gavur işidir” diye istemediklerinden öldürüldükleri anlatılsaydı bu adamlar böyle telef olmazdı sanırım.

Türban meselesine de mi böyle bakıyorsunuz?
Yok, öyle bakılamaz, Devrim kadınların kılığına hiçbir zaman karışmadı. Yalnızca devlet memurları için sınırlama getirildi, sokaktaki kadına ya da hizmet alana bir şey söylenmemiştir. Türban hakkında şimdi yapılan konuşmalar beni pek ilgilendirmiyor, ama bu konuda konuşanlardan duyduğunuz hiç oldu mu; bundan 250-300 yıl önce tüm tek tanrılı dünyada başı örtülü olmayan bir tane kadın olmadığını? Ama şimdi baş örtmek bir tek İslam’a özgü bir şey gibi kalıverdi. Bu yalnızca modernlikle ilgili bir durum ve Müslümanlar modern olmak istemiyorlarsa kendileri bilirler.

'LAİKLİK GÖKTEN ZENBİLLE İNMEDİ'

Meşrutiyet’e dönersek, ulusal egemenlik ve laiklik de o dönemde ortaya çıkmış talepler sanırım…
Hukuki laiklik süreci Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanır, 1876 Kanun-ı Esasi’siyle birlikte fiili bir görünüm almıştır bu süreç. Şeyhülislamlık okulları mesela Maarif Nezareti’ne bağlanmıştır İttihat ve Terakki iktidarında. Laikliğin bu topraklardaki tarihinin daha eskiye dayandığını söylemek mümkün yani, bir talep olarak doğmuştur ve bir gecede gökten zenbille inmemiştir. Ulusal egemenlik kavramı da, ‘hakimiyet-i milliye’ adı altında ilk kez 1909 Anayasa değişiklikleri sırasında sıklıkla gündeme gelmiş ve Meclis kararında duyurulmuştur. Bu 1919’a ait bir yenilik değildir yani. Aklıbaşında insanlar bilmelidir ki ulusal egemenlik ilkesi devlet biçimiyle değil, güçler dengesinin ayarlanmasıyla ilgilidir.

06.07.2008/ Akşam

24 Kasım 2008 Pazartesi

Bir Amerikalı'yla bir İranlı nerede arkadaş olabilir?

Cheri Brugman (solda) İstanbul'dan arkadaşı Nihan ile...

Bir Amerikalıyla iki İranlı nasıl arkadaş olabilir, nerelerde gezebilirler? Bir Türk Fas seyahatinde bedavaya konaklayacak yer nasıl bulabilir? Açık kapılardan oluşan bir ağ herkesi birbirine kavuşturabilir mi? Tüm bunların mümkün olduğu bir dünyaya buyurun: Hospitality Club


Kaliforniya’daki ailesiyle vedalaşıp ABD’yi baştan sona kat edeceği yolculuğuna çıktığında henüz 17 yaşındaymış Cheri Brugman. Bir yıl sonra evine döndüğünde anlamış ki, aslında gezip görmek ve tanımak istediği “enteresan yerleri”, “farklı dünyaları”, “diğer kişileri” ABD’de değil de başka yerde araması gerekiyor. Moda fotoğrafçılığından kazandığı parayla bir süre sonra yeniden yollara vurmuş kendini; önce Amerika kıtası, Kaliforniya’ya dönüp tekrar para biriktirdikten sonraysa Avrupa…

“Geçen aylarda Çek arkadaşımı ziyaret etmiştim, İstanbul’dayken iki İranlı’yı kaldığım evde ağırladığımı ve üç gün boyunca İstanbul’u gezdirdiğimi söyleyince çok şaşırdı” diyor Brugman. Ona göre yolculuk “başka dünyaları”, “şaşırtıcı gerçekleri” keşfetmek demek. Öyle ya, Amerikalı genç ve güzel bir kadın, ‘düşman’ ülkeden iki erkekle ancak “başka” bir dünyada arkadaşlık kurabilir, gezip tozabilir, bir gün Beyoğlu’na çıkıp diğer gün Sultanahmet Camii’ne gidebilir. Bize de şaşırmak düşer.

İki yıldır sık sık İstanbul’a gelip giden ve vaktinin büyük çoğunluğunu burada geçiren Brugman’ın İstanbul’daki arkadaşlarından biri Barış Bakır. 2002’de ilk kez bir interrail bileti alarak Avrupa seyahatine çıkan Bakır, o günden bu yana her fırsatta yollara düşen genç bir gezgin. Kendisi, üniversiteyi bitirdiği geçen yıldan bu yana reklamcılık sektöründe çalışıyor. Önceki ay “Sırt Çantamda Avrupa/ Bir Biletle İnterrail Rehberi” adıyla, seyahatlerinden edindiği deneyimlerini aktardığı bir kitabı çıktı. Bilmeyenler için burada bir parantez açıp, İnterrail’in 1972 yılında ortaya çıkan, uygun maliyetiyle Avrupalı gençleri seyahat edip kıtalarını daha iyi tanımaya ve birbirleriyle kaynaşmaya teşvik eden bir sistem olduğunu söyleyeyim.

“Avrupa’da her yıl 500 binin üstünde insan bu biletle yolculuğa çıkıyor, özellikle haziran ve eylül aylarında yollar ve hosteller gezginlerle doluyor” diyen Bakır için, beş yıldır çıktığı bu seyahatlerin en çarpıcı yanlarından biri, her milletten insanla tanışmasına, arkadaşlık kurmasına rağmen Türkiye’den yola çıkmış tek bir kişiye rastlamamış olması.

Brugman Ekim ayında Tahran’daki İranlı arkadaşlarına iade-i ziyaret yapmayı planlıyor. Bakır’ın gündemindeyse Eylül’ün ortasında, iki haftalık yıllık izninde çıkacağı Fas yolculuğu var, onu karşılayacak ve ağırlayacak Faslı arkadaşlarıyla şimdiden randevulaşmış bile.

Brugman’ın da, Bakır’ın da, pek çoğumuzun hayalini kurmakla yetindiği seyahatleri bu kadar rahat ve sık gerçekleştirebilmelerinin dikkat çekici bir nedeni var aslında. Bu neden, aynı zamanda yazının başından beri bahsi geçen tüm arkadaşlıkların da en önemli vesilesi: Hospitality Club.

185 ülkeden 300 bin konuksever arkadaş
2000 yılında kurulduğunda 750 üyeyle iyi niyetli mütevazı bir internet girişimi gibi görünen Hospitaity Club, bugün dünyanın 185 ülkesinden 300 bini aşkın üyesi bulunan aktif bir konukseverlik kulübü. Uluslararası arkadaşlıkları desteklemenin, kültürlerarası anlayışı ve barışı güçlendireceği fikri üzerine kurulu kulübün temel amacıysa insanların yüz yüze buluşmalarını sağlamak.

Bir yere gitmeden önce www.hospitalityclub.org adresine girip orada oturan üyelerle temasa geçiyorsunuz. Eğer anlaşırsanız, ki bunun önünde büyük engeller yok, gideceğiniz yerde karşılanıyorsunuz. Yeni arkadaşınız size seyahatinizde elinden geldiğince yardımcı oluyor; bilgi veriyor, kenti gezdiriyor, sizinle vakit geçiriyor ve hatta belki de kalmanız için evine buyur ediyor.

Gideceğiniz yerlerde tatsız sürprizlerle karşılaşmamanız için sistemin güvenirliliği ölçen bir mekanizması da var. Herkes gittiği yer ve misafir olduğu kişi hakkında siteye açıklamalarda bulunuyor. Böylece bir kişiyle tanışmadan ya da misafir olmadan önce onun hakkındaki referanslara bakabiliyorsunuz. Bu sadece güvenlik kaygısıyla düzenlenmiş bir uygulama değil tabii, zira kafanıza uygun kişilere ulaşmanız açısından da önemli.

Burada, kulübe üyeliğin ücretsiz, aidatsız ve tamamen gönüllülük esasına dayandığını söylemek gerek. Herhangi bir bağlayıcılığı ve zorunluluğu olmasa da kulübün sizden beklentisi, tıpkı gittiğiniz yerlerde size yardım edildiği gibi sizin de ziyaretçilerinize elinizden geldiği kadar yardımcı olmanız ve mümkünse evinizde misafir etmeniz.

Savaşın küllerinden doğan fikir
Aslında kültürlerarası alışverişin birebir yaşanacağı, açık kapılardan oluşan dünya çapında bir barış ağı kurma fikri 2.Dünya Savaşı’na kadar uzanıyor. Fakat özellikle 70’li yıllarda çoğalan bu fikirler, ağların ancak mektuplaşmayla kurulabilmesi, ev sahibi listelerinin basılıp dağıtılması, üyelik aidatlarının toplanması gibi sorunlarla karşılaştığı için yeterince yaygınlaşamadı. Hayaller bilinmedik bir zamana ertelendi.

Kendisini bizzat bu fikrin devamı sayan Hospitality Club, Veit Kühne adındaki Alman öğrencinin araştırma ödevi olarak hayata başladı. Eski küresel ağları çalışıyordu Kühne; ‘Bisikletçiler’i, ‘Bayanlar’ı, ‘Otostopçular’ı, ‘İspanyolca Konuşanlar’ı… Üniversitenin bilgisayar laboratuarında tüm gece internette yaptığı sörfün ardından sabaha doğru, Endonezya karanfilli sigarasını içerken dank etti kafasına Kühne’nin; dünya ücretsiz, güvenli, gönüllülüğe dayalı konukseverlik ve barış kulübüne hazırdı. Çünkü artık eskilerin elinde olmayan bir imkan, internetin avantajları vardı.

Hospitality Club’ın ilk yılki 750 üyesine ertesi yıl bir o kadar kişi daha katıldı. Kühne’nin beklediği asıl genişleme ise 2002 yılında, İtalyan bir gönüllü gencin sitenin alt yapısını geliştirmesiyle birlikte, beklenmedik bir ‘patlamayla’ gerçekleşti. O yıl aynı zamanda sitenin haberinin Alman ZDF kanalında çıktığı tarihti. Takip eden yıllarda üye sayısı yüz binlerle ölçülmeye başlandı. Bugün alanında dünyanın en geniş platformu olan Hospitality Club’ın önümüzdeki döneme ilişkin hedefiyse 1 milyon insana ulaşmak.

Bir İstanbul 'garipliği'
Kulübün ‘ilginç’ istatistiklerden biri İstanbul’a ait; sahip olduğu 4 bin 500 üyeyle İstanbul, dünya ortalamasının hayli üzerinde. Bu, Bakır’ın önceki satırlardaki gözlemini, yani onca yol tepmesine karşın Türkiye’den seyahate çıkmış her hangi birine rastlamamasını göz önünde bulundurduğumuzda çelişkili bir duruma işaret ediyor. Nasıl olur da seyahat etme oranı az olan bir yerde, yolculuk teması etrafında şekillenmiş bir organizasyonun üst seviyede üyesi olabilir?

Brugman’ın İstanbul’a geliş hikayesinde bu sorunun cevabını da bulabilirsiniz. Balkanlarda gezerken arkadaşlarından sık sık, “gelmişken İstanbul’u görmeden gitme” tavsiyesi alır Brugman. Amerika’da kendisini bekleyen arkadaşlarına bahsedince onlar da “hep gitmek istedikleri, develerle gezilen, çok turistik” bu yeri görmesi konusunda kendisini destekler. “Belki İstanbul’dan birilerini bulabilirim” ümidiyle kulübün sitesine girdiğinde ummadığı bir kalabalıkla karşılaşınca şaşırır biraz. Her zaman yaptığı gibi, profilinde ‘yalnızca kadın misafir kabul edebilirim’ yazan erkekleri eleyince, tahmin edersiniz ki kabarık üye sayısında hatırı sayılır bir düşüş yaşanır. “İnsanlar tabii ki gezdiği yerde rastlaştığı kişilerle sevgili olabilirler, ama bu sitenin çöpçatanlık için kullanılacağı anlamına gelmez” diyor Brugman.

“Yolculuk”, “başka bir dünya”, “barış”…
Brugman, Hospitality Club rehberliğinde geldiği İstanbul’da düşündüğünden daha canlı, karmaşık, çekici, “bambaşka” bir dünyayla karşılaşmış. Fakat yine de, ne Türkiye’yle ilgili aklından çıkaramadığı anısı İstanbul’la; ne de “yolculuk” denildiğinde aklına gelen şey üye olduğu kulüple ilgili değil.

“Yolculuk”, “başka bir dünya”, “yeni insanlar”, “barış” denildiğinde Brugman’ın aklına gelen şey Hırvatistan’da karşılaştığı bir tır şoförüyle ilgili. Soğuk havada otostop çekerken kendisini Zagreb’den Sırbistan’a götürecek bir tırla karşılaşır. İstanbul’a doğru yol alan tırın şoförü bildiği 15-20 kelimeyle İngilizce konuşmaya çabalayan bir Türk’tür. Brugman’ın niyeti sınırı geçip Niş’teki bir otelde konaklamaktır. Sınırda işlemler uzayınca Niş’e varmak geceyi bulur. Hava dondurucu biçimde soğuktur. “İstersen tırda yatabilirsin” der şoför. O karlı gecede elden pek fazla şey gelmez, kabul eder Brugman. Tırın arkasındaki ranzanın altında şoför, üstündeyse içine girdiği uyku tulumunda elindeki bıçağıyla sabahı getiren bizim Amerikalı otostopçu uyur. Kalktıklarında şoför, “aç mısın, Türk restoranına gitmek ister misin?” diye gülümseyerek sorar. Bir saat sonra, hiç de Türk restoranına benzemeyen bir kafesi olan tır durağına varırlar. Brugman kafede biraz ısınır, tuvalete gider. Dışarı çıktığındaysa o soğukta “müthiş” bir şeyle karşılaşır. Şoför tırın yanından çektiği bir aparatı masa gibi açmış, beyaz peynir, zeytin, domates ve sucuklu yumurtadan oluşan kahvaltının başında kendisini bekliyordur.

15.09.2007/ Radikal

Altın Ayı’dan porno salonlarına bir kilometre taşı; Susuz Yaz




Türk sinemasının kilometre taşlarından Susuz Yaz’ın filmlere konu olacak ilginç bir hikayesi var: Yönetmen Metin Erksan'la yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan arasındaki gerilimlerin, Ulvi Doğan’ın kişiliğinin, filmin sonradan dönüştüğü ‘Kardeşimin Karısı’ pornosunun süslediği bir hikaye…



Anette Haven


Fatih Akın’ın ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün jüri başkanlığını üstlendiği Cannes film festivalinde, 45 yıl sonra bir Türk filmi tekrar gündeme geliyor; Susuz Yaz. 1964 yılında Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kazanan, Türkiye’nin uluslararası yarışmalardaki ilk ödüllü filmi Susuz Yaz, 19 Mayıs Pazartesi günü izleyiciyle buluşacak; orijinal negatifi Martin Scorsese’nin başında bulunduğu Dünya Sinema Vakfı tarafından restore edilmiş haliyle…

Film Türk sineması açısından tartışılmaz bir öneme sahip. Bu önemin dışında Susuz Yaz’ın, hiç de kolay geçmeyen çekim aşamasından Avrupa ve Amerika’daki salonlarda gösterilişine kadar başka belgesellere, filmlere konu olacak ilginç bir hikayesi var. Yönetmen Metin Erksan'la yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan arasındaki gerilimlerin, Ulvi Doğan’ın kişiliğinin, filmin sonradan dönüştüğü ‘Kardeşimin Karısı’ pornosunun süslediği bir hikaye…

1931 doğumlu Ulvi Doğan, Almanya’da tekstil okumuş, bazı tekstil firmalarının danışmanlığını yapan, aktör olma hayalleriyle yaşayan ‘çapkın’ biridir. O güne kadar sinemayla hiç alakası bulunmamış Doğan 1963’te çocukluk arkadaşı Metin Erksan’la bir film çekmeye karar verir. Yönetmen koltuğunda Erksan oturacak, kendisi de tüm parasını yatırdığı filmin ‘esas oğlan’ını oynayacaktır. Diğer başrollerde, o gün 15 yaşında ilk filmini çeken Hülya Koçyiğit adında tanınmamış biri ve ‘kötü adam’ Erol Taş vardır. Böylece ikilinin ortak olarak kurdukları Hitit Film’in yapımcılığında Susuz Yaz’ın çekimleri başlar.

"Başka çarem kalmamıştı"
Fakat daha çekimler sırasında Erksan’la Doğan arasında anlaşmazlıklar çıkar, gerilimin artması üzerine Doğan çekimlerin tamamlanmasının ardından Erksan’la ortaklığına son verir ve filmin haklarını tamamen kendi üzerine alır. O günden bu yana Erksan film hakkında konuşmamayı tercih ettiği için aralarının neden bozulduğu tam anlamıyla bilinmiyor. Fakat Doğan’ın söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla gerilimin kaynağı maddi sorunlar. Film ödül aldıktan sonra Yeni Asır’a verdiği röportajında şöyle demiş Doğan; “Filme başladıktan az sonra Erksan hakkında yanıldığımı anladım, tuhaf bir adamdı, etrafında bulunan herkesi eziyor küçük görüyordu, bana film 100 bin liraya çıkar dediği halde 250 bin lira harcandı (…) benden 60 bin lira rejisörlük ücreti talep etti. Film bittiği gün cebimde 70 lira vardı, üstelik 165 bin lira borçlanmıştım.”

Doğan’ın söylediğine göre film gişede fazla iş yapmaz, zar zor 20 bin lira toplar. “Başka çarem kalmamıştı” diyor Doğan; “filmi Berlin Film Festivali’ne sokup reklam yapmam lazımdı.” Fakat zannettiği kadar kolay olmayacaktır bu iş. Dışişleri Bakanlığı’na yaptığı başvurudan aldığı cevap, filmin yurtdışında gösterilmesinin sakıncalı olacağına dair bir kağıttan ibaret kalır. Nedeni açıktır; filmde buğday tarlalarındaki başaklar çok cılızdır ve dış ülkelerde itibarımızı zedeleyip rezil olmamıza neden olabilir. Doğan için kalan tek çare filmi Almanya’ya kaçırmaktır. Uçak bileti alacak parası yoktur ama bir kadın arkadaşı kendisine yardım eder.

"Çapkın Ulvi Doğan ödülü jüri üyesini ayartarak kazandı"
Filmin ve aynı zamanda Doğan’ın kaderi, festivalde bir sürprize imza atıp büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanınca tamamen değişir. Film festivalde yarışırken Doğan garip bir biçimde yönetmen hanesinde Erksan’ın yerine İsmail Metin diye uydurma bir isim kullanmıştır. Doğan ödülü alma anını, “sinema salonu yerinden oynadı, iki bin smokinli adam beni yuhalıyordu, jüri üyeleri de ıslıklıyordu, hiç bozuntuya vermeden Altın Ayı’yı aldım ve indim” sözleriyle anlatıyor. Hemen ertesi gün Türkiye büyükelçisi Doğan’ı kutlar ve bir ricada bulunur; “Aman Ulvi Bey, sakın basın toplantısında Ankara’nın filmin yurtdışına çıkmasına müsaade etmediğini söylemeyin, rezil oluruz.”

Ertesi günler boyunca Alman gazeteleri, ‘Film değil Ulvi Doğan kazandı’, ‘Sıkıcı dakikalar’, ‘Jüri yüz kızarttı, Berlin film festivalini rezil etti’ gibi başlıklarla çıkar. Türkiye’de ise tahmin edersiniz ki manzara bambaşkadır. Film hem izleyici hem devlet katında büyük itibar kazanır. Yeni Melek sinemasında tüm sosyetenin katıldığı ikinci bir gala yapılır. Turizm Bakanlığı filmin oyuncularına ve yönetmenine dökme demirden yapılma ödüllerini verir.

Bu arada söylentiler de İstanbul’a kadar ulaşır. Almanların Doğan’a atfettiği başarı, İstanbul’da yakışıklı ‘çapkın’ aktörün, yarışma jürisinde bulunan ünlü Mısırlı güzel aktrist Faten Hamama’yı ‘ayartma’ başarısına dönüşür. Türk sineması hakkındaki geniş arşivinden yararlandığımız Agah Özgüç, Susuz Yaz’ın ödülü bir oy farkla kazandığını, bunun da o sıralarda söylendiği gibi Doğan’ın Hamama’yı ‘etkilemesinden’ kaynaklanmış olabilceğini söylüyor. Erksan’la film hakkında röportaj yapabilmiş ender kişilerden biri olan Özgüç, Erksan’ın Doğan’ı ‘ambalajcı’ olarak tanımladığını hatırlıyor. Doğan’ın çapkınlığı o günkü gazetelerde Hamama’yla olan dansı, Romy Schneider’ın kardeşi Suzy’nin Doğan’ı ‘samimice’ öperek kutlaması gibi fotoğraflarla yansıtılır.

Hülya Koçyiğit yerine Anette Haven
Ödülün ardından Susuz Yaz’ın gördüğü ilgi hayli artar. Fakat Doğan bu ilginin kazandırdığı parayı yeterli bulmamış olacak ki, filmin pazarlama gücünü arttırmak için ‘ilginç’ bir yönteme başvurur. Filmi İngiltere ve daha sonra bir üniversitede sinema dersleri vereceği Amerika’ya pazarlamak istemektedir, dağıtımcılar ise filmi sıkıcı buldukları için pek oralı değillerdir. Doğan bunun üzerine Almanya’da Hülya Koçyiğit’e çok benzeyen porno oyuncusu Anette Haven’i oynattığı yeni sahneleri filme ekler. Artık filmi sıkıcı olmaktan kurtarmıştır. Film Londra’da ve Amerika’da ‘Altın Ayı ödüllü porno film’ sıfatıyla porno gösteren salonlarda büyük ilgiyle karşılaşır. İsmi de yenilenmiştir ayrıca; ‘Kardeşimin Karısı.’ Haven’in eklenen sahneleri, Türkiye’de uzunca bir süre Hülya Koçyiğit hakkında porno efsaneleri üretilmesine de neden olacaktır.

Ulvi Doğan film ödül aldıktan sonra Türkiye’deki törenlere katılmaz. Daha sonra geldiğindeyse Yeni Asır’a verdiği röportajda yeni bir film çekeceğini, başrollerde tekrar Erol Taş’la Hülya Koçyiğit’i oynatacağını fakat yönetmen konusunda henüz karar vermediğini söyler. Fakat kendisinin bir kez daha sinemayla ilgilendiği görülmeyecektir.

'Türk Sevgilim'
Doğan ismi yıllar sonra, 2006’da bir kez daha karşımıza çıkacaktır. Amerikalı Latin yazar Esmeraldo Santiago ‘Türk Sevgilim’ adlı romanını yayınlar. Yazar, aşkını ölümsüzleştirmek için yazdığı romanına şu cümlelerle başlar; “Onun hakkında çok az şey biliyordum. Türktü, Bloomingdales mağazasının arkasındaki lüks bir apartmanda yalnız yaşıyor ve ince pilili, el dikimi pastel renklerde pahalı elbiseler giyiyordu. Çok seyahat etmekle ve dünyanın her yerinde dostları olmakla böbürleniyordu. Çok iyi Almanca ve Fransızca biliyor, İngilizce’sindeki tereddüt ve ağır aksan dikkat çekiyordu. Türkiye’de çektiği siyah beyaz filmi ‘Susuz Yaz’ ile 1964 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanmıştı ve filmi ABD’De dağıtmak için umutsuzca çabalıyordu.” Doğan bir gün sessizci Santiago’nun hayatından çıkar ve izini kaybettirir.

Haberi duymuşsunuzdur, Susuz Yaz’ın Cannes’daki gösterimini Fatih Akın, Ulvi Doğan ve Hülya Koçyiğit birlikte izleyecekler. Gösterimden gurur duyduğunu söyleyen Metin Erksan ise evinde kalıp festivalden gelen haberleri dinlemekle yetinecek.

18.05.2008/ Akşam

İtalyan markizin kızına İstanbul’da kına gecesi

Gelin Beatrice ve damat Ettore...
f o t o ğ r a f : E y ü p T a t l ı p ı n a r


Geçtiğimiz hafta İstanbul’da, İtalya’da yaşayan markiz İsabella Bernardini d’Arnesano’nun kızının kına gecesi vardı. Duyduğunuza şaşırmayın; bu, ucu 6-7 Eylül olaylarına uzanan bir İstanbul hikayesi


Söylenişi bile her açıdan dikkat çekici; İtalya’da yaşayan İstanbullu Rum Markiz İsabella Bernardini d’Arnesano, kızı Beatrice için santralistanbul’da geçen hafta kına gecesi düzenledi. Aristokrasiye, halka, farklı etnik ve kültürel kimliklere ait kavramları buluşturan bu olayın pekâlâ, ‘kültür şoku’nu kullanan sanat performanslarından biri olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat öyle değil. Bu, ucu 6-7 Eylül 1955 olaylarına uzanan gerçek bir hikaye. Zaten kına gecesinin ve ertesi günü yapılan düğün töreninin 6-7 Eylül’e denk gelmesi tesadüfi değil. Markiz, organizasyonunu Defne Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin gerçekleştirdiği kına gecesinin, en azından kendi kişisel tarihinde bu iki günü artık güzel hatıralarla da anmasını sağlayacağını söylüyor. Malum tarihin ‘çirkin’ hatıralarını biliyorsunuzdur; devlet mekanizmasına uzanan girişimle kışkırtılan kalabalık bir kitle, söz konusu tarihte başta Rumlar olmak üzere azınlıklara ait dükkânları yağmalamış, kilise ve evlere saldırmışlardı.

İsabella Öztaşçıyan yedi yaşındaymış o günlerde. Fenerli Öztaşçıyan ailesi Taksim, Osmanbey ve Fener civarında yoğunlaşan yağmayı yaşamamış ama olayların patlak verdiği anda oturdukları Büyükada’da da dehşetten kurtulamamışlar. Adanın metropoliti olan dayısının da evlerinde bulunduğu o gece İsabella’nın hafızasına kazınmış; “Çöp kamyonunun üzerine çıkmış kişiler akşam saatlerinde evimize doğru gelirken ‘papazı isteriz, papazı isteriz’ diye bağırdıklarını duyduk. Arabanın tepesine koydukları projektörle evlerin içine ışık tutuyorlardı, biz hepimiz evde yere yattık, ışıkları kapatmıştık ama çok korkuyorduk. Araba bizim kapıya doğru gelip durdu. Sonra birden bizim karşımızdaki evi taşlamaya başladılar, kapılarını pencerelerini kırıp döküyorlardı, içeride kimsenin olmadığını anlayıp gittiler. Ev bizim Türk eczacı komşumuzun eviydi. Sonra anladık ki adaya o gün dışarıdan gelen kişilermiş, zaten bütün ada bizi tanıyor ve evimizin yerini biliyordu, demek ki dışarıdan gelenler tam bir tarif alamamışlar.” İsabella bugün geriye baktığında yaşananları soğukkanlılıkla değerlendiriyor; “Bizim için o olaylar o zamanın olaylarıdır, oldu ve bitti. Biz hiç demedik ki ‘Türkler bize bunu yaptı’ diye, bizim çok Türk arkadaşımız var. Ama daha 150 sene de yaşasam o olayları unutamam. Bir daha hiç olmaması lazım o tür şeylerin, bunun için de unutmamak gerek.”

Pek çok Rum’un korkudan İstanbul’u terk ettiği o olaylardan sonra Öztaşçıyan ailesi Atina’ya yerleşir. Fakat o dönemde İstanbul’daki evlerinden ayrılıp bu ‘yabancı’ yere gelen her Rum gibi Öztaşçıyanlar da huzur bulamaz. İsabella’nın babası Misak iş kuramaz çünkü Türkiye’den gelenler için, Rum olsalar da iş kurmak yasalarla engellenmiştir ve dahası ‘Türk’ oldukları için sosyal hayatın her aşamasından dışlanırlar. Aile yabancılığa yalnızca bir ay dayanabilir ve İstanbul’a dönerler.

Siyaset okumak için gitti markiz oldu
Baba Misak 1959’da Osmanbey’de bir manifaturacı dükkânı açar, İsabella 1965’te üniversite okumak için İtalya’ya gider ve Bologna Üniveristesi’nde siyasal bilgilere yazılır. Okul yıllarında tanıştığı hukuk öğrencisi Matiuata d’Arnesano’yla 1970’te evlenir. Evlenmek için tercih ettiği yer ise İstanbul olur. Aristokrat bir aileye mensup Matiuata, soyadını aldığı Arnesano Markizidir. Avrupa’da soyluluk unvanlarının kral, prens, dük, markiz, kont ve baron şeklinde sıralandığını düşünürsek azımsanmayacak bir makam. “Bir gün orası bir gün burası yıkılan, 1400’lerden kalma bir evde oturuyoruz, toprakla çok uğraştığımız söylenemez, depolarda bekleyen 1600’lerden kalma yağlıboya koleksiyonumuzu geçenlerde, dünyanın çeşitli yerlerindeki dostlarımızı davet ettiğimiz odalara astık, eski aristokrat yaşam hakkında fikir vermesi için” diyor İsabella.

İsabella’nın yolu, kızları Beatrice ve Flavia doğduğunda da İstanbul’a düşer. 1978’de eşini kaybedince çalışmaya karar verir ve hâlâ görevlisi olduğu Lecce Üniversitesi’nde Yunan edebiyatı hocalığı yapmaya başlar. 1983’te anne babasını yanına alan İsabella hâlâ her bulduğu fırsatta soluğu İstanbul’da alıyor ve unvanını devralacak büyük kızı evlenmek istediğinde aklına gelen yer elbette ki yine İstanbul oluyor.

Ara Güler, Murat Belge, Yalım Eralp, müzisyen Ege gibi tanıdık isimlerin de bulunduğu kına gecesi aynı zamanda, İsabella’nın kuzeni olan Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu Aleksis Aleksandris’in göreve veda partisiydi. İstanbullu Aleksandris’e Ege’nin şarkılarıyla yeni hayatında başarılar dilenirken, ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’ türküsüyle kınası yakılan gelin Beatrice, içinde bulunduğu durumundan hayli memnun görünüyordu. Bir ‘kültür şoku’ yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda, annesinden eski İstanbul hikâyelerini dinlediğini ve böyle bir töreni hiç yadırgamadığını söyledi.

Sanırım katılırsınız, bu kısa hikâyenin hissesi kimliklerle ilgili olmalı. “Nerelisiniz, kimsiniz” diye sorunca İsabella Rumluğunu, Türklüğünü, İtalyanlığını, markizliğini tereddüt etmeden bir kenara bırakıyor; “İstanbulluyum ben, başka bir şey değil, ama zaten onda da hepsi yok mu?”

14.09.2008/ Akşam